ŞİİR GERÇEKLİĞİ YENİDEN KURAR
AHMET ADA
Birkaç kez yazdım, yineleyerek yazayım: Şiiri toplumla, dünyayla birebir ilişkilendirmek yanıltıcı olur. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisi’nde, sanatsal değer ile toplumun gelişme düzeyi arasındaki farka vurgu yapar ve sonatın toplumun gelişme düzeyinden bağımsız olarak ‘yüce değerler’ üretebildiğini bildirir. Demek ki, genel olarak sanat, özel olarak şiir, küresel kapitalizmin en vahşi, en acımasız döneminde de, yüce değerler üretebilecek bir dizgedir.
Türkiye bağlamında kapitalizm, küresel kapitalizme bağlı olarak gelişirken, özellikle 1980’den sonra, kendi burjuva sınıfını da yaratmaya yöneldi; bunun bir sonucu olarak Bankacılık sermayesi yayıncılık, basın, televizyon, dağıtım tekeli vb. alanlara girdi, toplumu etkileyip yönlendirmeye başladı. Yaklaşık otuz yıllık süre içinde somut ve maddi hayat değiştirildi. İşçi sınıfı işsizleştirildi; kültür alanında magazin ve eğlence kültürü başat hâle geldi. Hayat, çok büyük ölçekte, verili hayata dönüştürülürken; özne-nesne ilişkisi kırıldı, işçi sınıfının yoğun emeği soyut emeğe, yabancılaşan insan da ‘şeyleşme’ karşısında korunmasız bırakıldı. Kapitalizm dolayımında ‘şeyleşme’den söz ederken teknobilim ve teknopazar olgusunu da, ‘şeyleşme’deki olumsuz etkilerini de unutmuş değilim. Yazınsal ürünlerin bu gelişmelerden etkilendiği söylenebilir.
Türkiye’de, 1980’den sonra burjuva sınıfının belirgin biçimde gelişmesi ile yazınsal tür olan romanın daha çok yazılır olması arasındaki ilişkiyi görebiliyorum. Roman, 1980’lerden bugüne hızla ivme kazandı. Çeşitli biçimsellikler, metinlerarasılık, düş, düşlem, bilinçakışı, mektup ve öteki türlerle ilişki, zamandışılık, zaman kaymaları, mekân olgusu, teknik yapı, kurgu vb açılardan zenginleşti. Şiir, öykü, giderek alandan çekildi.
Yayınevlerinin, dağıtımcıların, kitabevlerinin şiire daha az yer vermeleri, hiç şüphesiz, yalnız bize özgü değil, bütün dünyada durum böyle. Bunun bir nedeni, küresel kapitalizmin kendi tüketim kültürünü egemen kültür hâline getirmesi ise öteki nedeni (Türkiye gibi ülkülerde) burjuvazinin egemen konuma gelmesiyle yazınsal tür olarak romanın, müziğin, resmin, sinemanın öne çıkarılmasıdır. Gazetelerin kitap eklerinin, şiire ve öykü kitabı tanıtımlarına daha az yer vermeye başlamasından bunu anlayabiliriz.
Şiirin, giderek bir değer yitimine uğraması kapitalizmin ‘tüketim’ olgusuyla ilgilidir. Gerçekte, şiir, şiir olarak kendi değerini koruyor. Şairin toplumsal olana ilgisi azalsa da bu böyle. Sahih ve has şiir yazılmaya devam ediyor. Ortaya büyük şiirler çıkması da… Bir de, yakın zamanda, İlhan Berk gibi, Fazıl Hüsnü Dağlarca gibi öncüleri yitirmesine rağmen şiir direniyor.
Kapitalizmin küresel krizi, en çok küresel kapitalizme bağımlı bizim gibi ülkeleri vuruyor. Fabrikalar kapanıyor, işsizlik artıyor. Entelektüel birikime dayanan modern şiir, toplumsal gelişmelerin insandan yana olmayışı nedeniyle, sorunların gerçekliğini yansıtmayı değil, gerçeklik duygusu yaratmayı seçiyor. Sorunların gerçekliğini şiire dahil etmeyerek, şiir yapısal olarak kendini koruyor.
Çünkü şiir gerçekliğin kendini değil, öznenin dünya görüşsel optiğinden geçen imgesel gerçekliği yapılandırıyor. Bu da yazınsal bir muhalefettir. Verili olan somut ve maddi hayatı şiire doğrudan dahil etmeyen şair, bu hayata karşı, dolayımlı olarak muhalif kimliğini dile getiriyor.
Şiirle somut maddi hayat arasında, ‘yansıtma’ bağlamında bir bağ olduğunu düşünmek yanıltıcıdır. Şiir, dil olarak, doğal dilden koparak kendi dolayımını yaratmıştır. Dolayısıyla, doğrudan değil, dolayımlı bir bağ vardır. O bağ yazınsallık içinden dile gelir.
Hayat ile dış gerçeklik, şiire doğrudan değil, dolayımlı olarak girer. Şair, tarihsel ve sınıfsal bilinciyle, hayata ve dış gerçekliğe ‘müdahale’ eder ve hayatı ve dış gerçekliği dönüştürür. Şiirin ilettiği estetiksel bildirişim nesnel bağlılaşıkla, o da şiirin derin yapısından okunabilir. Şiirin dünyaya yaydığı ve okurun kültürel donanımıyla algıladığı şey, gerçekliğin yeniden yaratılmış hâlidir.
Türkiye’de modern şiir, şiir dışı nedenlerle geri çekiliyor. Bir anlamda, yapısallığını, yüceliğini böyle koruyor. Bugün için bir şiir krizi söz konusu değil. Verilmiş hayatı şiire dahil etmeyen, öznenin yaşantı ve bilinç içeriğini öne çıkaran bir şiir konuşuluyor. Genç şairin toplumsal ilgileri yok gibi, o yüzden içsel deneyimlerini yazıyor. Çok çeşitli şiir anlayışları yan yana, bir arada bulunabiliyor. Retorik yıkıcısı şiirden avangard şiire, gerçekliği şiire dahil etmeyen şiirden, gerçekliği, üstgerçekliği, düşleri, düşlemleri, bilinçaltını şiire dahil eden şiire kadar çeşitli anlayışlar yer bulabiliyor dergilerde. Şair kadınlar ile etnik kökeni farklı şairlerin farklı biçemleri, hem zenginliği, hem de değişimi gösteriyor.
Olguların, nesnelerin, dış gerçekliğin gözden yitmesi, yazılan şiirin hayattan uzaklaştığı yanılgısını doğurmuş olabilir. Oysa, hayatla şiir arasında birebir ilişki olduğunu öne süren kaba Marxçı poetika çoktan aşıldı. Şiirdeki nesneler, nesnelerin kendi değil (elma, elma değil, masa, masa değil), şairin imgeleminden sözcüklere, oradan imgeler hâlinde yeniden yaratılan, doğrudan değil dolayımlı olarak şiire giren şeylerdir artık. Şiirin nesnesi şiire ait nesnedir kısaca. Kapitalizmin verili hâle dönüştürdüğü nesnelerin, dış dünyanın, hayatın doğrudan şiire girdiğini düşünürsek, olan şiire olur; şiir, verili olanı (dolayısıyla burjuvazinin ideolojisini) yansıtır sadece; hayatın birebir yansıtılmış olması şiiri şiir yapmaz. Çünkü, şiir diye hayata öykünen karakuşî bir şey çıkar ortaya.
Şiir için, geldi entelektüel bilgi birikimine dayandı, diyebiliriz. Bunları çoğaltabiliriz de…Şiir geldi, dilsel ve yapısal sıkıdüzene dayandı. Şiir geldi, görünmezi gören özelliğe dayandı. Şiir geldi, hayatı yansıtmaya değil, anlamlandırmaya dayandı. Rimbaud’dan beri, şiir geldi, duyuların karıştırılmasına, düzensizleştirilmesine dayandı. Şiir geldi, yaşantıdan deneyimlenen tinselliğe dayandı. Şiir geldi, sözdiziminin düzensizleştirilip sözün kekemeleştirilmesini dayandı. Şiir geldi, görsellikten ve ‘somut’ olandan kaynaklanan malzemeyle ilişkiyi öne alan anlayışa dayandı. Şiir, kendine özgü muhalefeti, somut ve maddi hayatı şiire doğrudan dahil etmeyerek yapar hâle geldi. Şiir, içine doğduğu modernleşmenin şiiri gözden çıkardığı noktaya geldi. Şiir geldi, içsel yaşantının deneyimlerinin dile getirildiği yazınsallığa dayandı, diyebiliriz. İnsanî değerlerin yitime uğraması, toplumsal /siyasal ilgilerin azalması, şiire ilgiyi azaltmış olabilir. Şiir, insanın bütünselliğiyle varolur çünkü.
Demek oluyor ki, modern toplumun bütün nesneleri metalaştırdığı bir dönemde şiir, hem yeni deneysellikler hem de şeylerin gözden yitimi içinde olabiliyor.
AHMET ADA
Birkaç kez yazdım, yineleyerek yazayım: Şiiri toplumla, dünyayla birebir ilişkilendirmek yanıltıcı olur. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisi’nde, sanatsal değer ile toplumun gelişme düzeyi arasındaki farka vurgu yapar ve sonatın toplumun gelişme düzeyinden bağımsız olarak ‘yüce değerler’ üretebildiğini bildirir. Demek ki, genel olarak sanat, özel olarak şiir, küresel kapitalizmin en vahşi, en acımasız döneminde de, yüce değerler üretebilecek bir dizgedir.
Türkiye bağlamında kapitalizm, küresel kapitalizme bağlı olarak gelişirken, özellikle 1980’den sonra, kendi burjuva sınıfını da yaratmaya yöneldi; bunun bir sonucu olarak Bankacılık sermayesi yayıncılık, basın, televizyon, dağıtım tekeli vb. alanlara girdi, toplumu etkileyip yönlendirmeye başladı. Yaklaşık otuz yıllık süre içinde somut ve maddi hayat değiştirildi. İşçi sınıfı işsizleştirildi; kültür alanında magazin ve eğlence kültürü başat hâle geldi. Hayat, çok büyük ölçekte, verili hayata dönüştürülürken; özne-nesne ilişkisi kırıldı, işçi sınıfının yoğun emeği soyut emeğe, yabancılaşan insan da ‘şeyleşme’ karşısında korunmasız bırakıldı. Kapitalizm dolayımında ‘şeyleşme’den söz ederken teknobilim ve teknopazar olgusunu da, ‘şeyleşme’deki olumsuz etkilerini de unutmuş değilim. Yazınsal ürünlerin bu gelişmelerden etkilendiği söylenebilir.
Türkiye’de, 1980’den sonra burjuva sınıfının belirgin biçimde gelişmesi ile yazınsal tür olan romanın daha çok yazılır olması arasındaki ilişkiyi görebiliyorum. Roman, 1980’lerden bugüne hızla ivme kazandı. Çeşitli biçimsellikler, metinlerarasılık, düş, düşlem, bilinçakışı, mektup ve öteki türlerle ilişki, zamandışılık, zaman kaymaları, mekân olgusu, teknik yapı, kurgu vb açılardan zenginleşti. Şiir, öykü, giderek alandan çekildi.
Yayınevlerinin, dağıtımcıların, kitabevlerinin şiire daha az yer vermeleri, hiç şüphesiz, yalnız bize özgü değil, bütün dünyada durum böyle. Bunun bir nedeni, küresel kapitalizmin kendi tüketim kültürünü egemen kültür hâline getirmesi ise öteki nedeni (Türkiye gibi ülkülerde) burjuvazinin egemen konuma gelmesiyle yazınsal tür olarak romanın, müziğin, resmin, sinemanın öne çıkarılmasıdır. Gazetelerin kitap eklerinin, şiire ve öykü kitabı tanıtımlarına daha az yer vermeye başlamasından bunu anlayabiliriz.
Şiirin, giderek bir değer yitimine uğraması kapitalizmin ‘tüketim’ olgusuyla ilgilidir. Gerçekte, şiir, şiir olarak kendi değerini koruyor. Şairin toplumsal olana ilgisi azalsa da bu böyle. Sahih ve has şiir yazılmaya devam ediyor. Ortaya büyük şiirler çıkması da… Bir de, yakın zamanda, İlhan Berk gibi, Fazıl Hüsnü Dağlarca gibi öncüleri yitirmesine rağmen şiir direniyor.
Kapitalizmin küresel krizi, en çok küresel kapitalizme bağımlı bizim gibi ülkeleri vuruyor. Fabrikalar kapanıyor, işsizlik artıyor. Entelektüel birikime dayanan modern şiir, toplumsal gelişmelerin insandan yana olmayışı nedeniyle, sorunların gerçekliğini yansıtmayı değil, gerçeklik duygusu yaratmayı seçiyor. Sorunların gerçekliğini şiire dahil etmeyerek, şiir yapısal olarak kendini koruyor.
Çünkü şiir gerçekliğin kendini değil, öznenin dünya görüşsel optiğinden geçen imgesel gerçekliği yapılandırıyor. Bu da yazınsal bir muhalefettir. Verili olan somut ve maddi hayatı şiire doğrudan dahil etmeyen şair, bu hayata karşı, dolayımlı olarak muhalif kimliğini dile getiriyor.
Şiirle somut maddi hayat arasında, ‘yansıtma’ bağlamında bir bağ olduğunu düşünmek yanıltıcıdır. Şiir, dil olarak, doğal dilden koparak kendi dolayımını yaratmıştır. Dolayısıyla, doğrudan değil, dolayımlı bir bağ vardır. O bağ yazınsallık içinden dile gelir.
Hayat ile dış gerçeklik, şiire doğrudan değil, dolayımlı olarak girer. Şair, tarihsel ve sınıfsal bilinciyle, hayata ve dış gerçekliğe ‘müdahale’ eder ve hayatı ve dış gerçekliği dönüştürür. Şiirin ilettiği estetiksel bildirişim nesnel bağlılaşıkla, o da şiirin derin yapısından okunabilir. Şiirin dünyaya yaydığı ve okurun kültürel donanımıyla algıladığı şey, gerçekliğin yeniden yaratılmış hâlidir.
Türkiye’de modern şiir, şiir dışı nedenlerle geri çekiliyor. Bir anlamda, yapısallığını, yüceliğini böyle koruyor. Bugün için bir şiir krizi söz konusu değil. Verilmiş hayatı şiire dahil etmeyen, öznenin yaşantı ve bilinç içeriğini öne çıkaran bir şiir konuşuluyor. Genç şairin toplumsal ilgileri yok gibi, o yüzden içsel deneyimlerini yazıyor. Çok çeşitli şiir anlayışları yan yana, bir arada bulunabiliyor. Retorik yıkıcısı şiirden avangard şiire, gerçekliği şiire dahil etmeyen şiirden, gerçekliği, üstgerçekliği, düşleri, düşlemleri, bilinçaltını şiire dahil eden şiire kadar çeşitli anlayışlar yer bulabiliyor dergilerde. Şair kadınlar ile etnik kökeni farklı şairlerin farklı biçemleri, hem zenginliği, hem de değişimi gösteriyor.
Olguların, nesnelerin, dış gerçekliğin gözden yitmesi, yazılan şiirin hayattan uzaklaştığı yanılgısını doğurmuş olabilir. Oysa, hayatla şiir arasında birebir ilişki olduğunu öne süren kaba Marxçı poetika çoktan aşıldı. Şiirdeki nesneler, nesnelerin kendi değil (elma, elma değil, masa, masa değil), şairin imgeleminden sözcüklere, oradan imgeler hâlinde yeniden yaratılan, doğrudan değil dolayımlı olarak şiire giren şeylerdir artık. Şiirin nesnesi şiire ait nesnedir kısaca. Kapitalizmin verili hâle dönüştürdüğü nesnelerin, dış dünyanın, hayatın doğrudan şiire girdiğini düşünürsek, olan şiire olur; şiir, verili olanı (dolayısıyla burjuvazinin ideolojisini) yansıtır sadece; hayatın birebir yansıtılmış olması şiiri şiir yapmaz. Çünkü, şiir diye hayata öykünen karakuşî bir şey çıkar ortaya.
Şiir için, geldi entelektüel bilgi birikimine dayandı, diyebiliriz. Bunları çoğaltabiliriz de…Şiir geldi, dilsel ve yapısal sıkıdüzene dayandı. Şiir geldi, görünmezi gören özelliğe dayandı. Şiir geldi, hayatı yansıtmaya değil, anlamlandırmaya dayandı. Rimbaud’dan beri, şiir geldi, duyuların karıştırılmasına, düzensizleştirilmesine dayandı. Şiir geldi, yaşantıdan deneyimlenen tinselliğe dayandı. Şiir geldi, sözdiziminin düzensizleştirilip sözün kekemeleştirilmesini dayandı. Şiir geldi, görsellikten ve ‘somut’ olandan kaynaklanan malzemeyle ilişkiyi öne alan anlayışa dayandı. Şiir, kendine özgü muhalefeti, somut ve maddi hayatı şiire doğrudan dahil etmeyerek yapar hâle geldi. Şiir, içine doğduğu modernleşmenin şiiri gözden çıkardığı noktaya geldi. Şiir geldi, içsel yaşantının deneyimlerinin dile getirildiği yazınsallığa dayandı, diyebiliriz. İnsanî değerlerin yitime uğraması, toplumsal /siyasal ilgilerin azalması, şiire ilgiyi azaltmış olabilir. Şiir, insanın bütünselliğiyle varolur çünkü.
Demek oluyor ki, modern toplumun bütün nesneleri metalaştırdığı bir dönemde şiir, hem yeni deneysellikler hem de şeylerin gözden yitimi içinde olabiliyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder