11 Aralık 2009 Cuma
7 Aralık 2009 Pazartesi
Geyik şiiri Almanca'dan sonra Bulgarca'ya da çevrildi
GEYİK
Ağrıyan bir yanım deniz hâlâ
Ölü suları bırakıp da geldim
Kim bilir lodosçudur soykütüğüm
Kollarımı iki yana açsam
İki kadırga direği öyle sessiz
Öyle uğultulu gece gündüz
Toprak sahipleri topraklarındaydı hâlâ
Kente lodos kapısından girdim
Yanımda beyaz bir geyik
Kimse bir geyikle geldiğime inanmadı
Ne patlak gözlü bankerler
Ne karanlık koridorların mübaşirleri
Hiç soran olmadı deniz halkını,
Parsı, bin türlü balığı, şimşeğin kılıcını,
Kör savaşta ölenleri, kürekçileri,
Tüketilen denizi, şarap rengi göğü,
Hiç mi hiç soran olmadı.
Bütün gün caddelerde yürüdüm,
Bakıp geçtiler kayıtsız biçimde
Savaşlardan kurtardığım geyiğe
Ахмет АДА
Елен
(превела Кадрие Джесур)
Море си остава една боляща част у мене
Загърбих мъртвите вълнения и тъй се явих
Южняшко е явно родословното ми дърво
Разтворя ли ръце настрани- две греди
На стихнала галера
Тътнещи денем и нощем безспир
В земята си бяха все още стопаните
От дверите на южняка пристъпих в града
Водех бял елен със себе си
Ала никой не повярва, че пристигам така
Ни банкерите ококорени,
Ни приставите в коридорната тъмнина
За народа на морето- никой нищо не пита
За леопарда, хилядите риби и меча на мълнията,
За гребците и погиналите в сляпата война,
За морето изчерпано, за небето с цвят на вино
Никой нищичко не попита
Цял ден по улиците на града бродих
Погледнаха безучастно и подминаха
Елена, който през войните бях спасил
Bilgarca’ya çeviren : Kadriye Cesur
22 Kasım 2009 Pazar
Geyik şiirinin Almancası
Eine meiner schmerzenden Stellen ist das Meer noch immer
Tote Wasser habe ich zurückgelassen als ich kam
Wer weiß, vielleicht ist ja Südwestwindler mein Stammbuch
Breitete ich meine Arme nach beiden Seiten aus
Ähnelten sie zwei Galeerenmasten, ganz so schweigsam
Ganz so brausend Tag und Nacht
Die Landbesitzer lebten auf ihrem Land noch immer
Durch das Südwestwind Tor betrat ich die Stadt
Mit einem weißen Hirsch an meiner Seite
Dass ich mit einem weißen Hirsch kam, wollte niemand glauben
Weder die glotzäugigen Bankiers
Noch die Gerichtsdiener der dunklen Flure
Keiner fragte nach dem Menschen am Meer
Nach dem Panther, den tausend Fischen, dem Schwert des Blitzes
Nach den Toten, die in blinden Kriege starben, nach den Ruderern,
Nach dem verbrauchten Meer, dem weinroten Himmel
Nicht einer fragte nach ihnen
Den ganzen Tag lief ich durch die Straßen,
Sie liefen vorbei in ihrer gleichgültigen Art
An dem Hirschen, den ich bewahrte vor Kriegen
AHMET ADA
Çeviri : Danyal Nacarlı
Hamburg, 21.11.2009
23 Ekim 2009 Cuma
"Çayırkuşuna Gazel" Çeviren : Baki Yiğit
Translated by Baki Yiğit
ODE TO MEADOWLARK
- to Muammer Ketencoğlu
Is it Manolis Hiotis coming with his lifeline bouzouki on his shoulder,
And bringing together the winter and his agonies, a summer merriment in his heart
It rains for days, there remain blond women,
Childrens’ laughter and the silver of waters.
Faded cloves on the collar of streets,
Word is falling, labor is stolen, Kavuras' sudden death
Manolis is making fun of his agonies with his mother-of-pearl inladed fury,
Quiet appearances of tempered loves before windows
This is us making a rose go with sisters’ hair,
A few meadowlarks flying open from children’s hair
(Vinyl Record Odes, 1995)
çayırkuşu’na gazel
- Muammer Ketencoğlu’na
Manolis Hiotis midir gelen omzunda can suyu buzukisi,
Acılarıyla buluşturuyor kışı, yüreğinde yaz cümbüşü
Yağmurlar yağıyor günlerce sarışın kadınlarla,
Çocukların gülüşü kalıyor bir de suların gümüşü
Sokakların yakasında soldurulmuş karanfiller,
Söz düşüyor, emek çalınmış, birdenbire Kavuras’ın ölüşü
Acılarıyla alay ediyor Manolis sedef kakmalı öfkesiyle,
Menevişli sevdaların usulca pencere önlerine çıkışı
Biz buyuz işte, gülü yakıştıran ablaların saçlarına,
Çocukların saçlarından fırlayan birkaç çayırkuşu
(Taş Plak Gazelleri, 1995)
19 Ekim 2009 Pazartesi
GEYİK
Ağrıyan bir yanım deniz hâlâ
Ölü suları bırakıp da geldim
Kim bilir lodosçudur soykütüğüm
Kollarımı iki yana açsam
İki kadırga direği öyle sessiz
Öyle uğultulu gece gündüz
Toprak sahipleri topraklarındaydı hâlâ
Kente lodos kapısından girdim
Yanımda beyaz bir geyik
Kimse bir geyikle geldiğime inanmadı
Ne patlak gözlü bankerler
Ne karanlık koridorların mübaşirleri
Hiç soran olmadı deniz halkını,
Parsı, bin türlü balığı, şimşeğin kılıcını,
Kör savaşta ölenleri, kürekçileri,
Tüketilen denizi, şarap rengi göğü,
Hiç mi hiç soran olmadı.
Bütün gün caddelerde yürüdüm,
Bakıp geçtiler kayıtsız biçimde
Savaşlardan kurtardığım geyiğe
AHMET ADA
denizsuyukâsesi,
emmuz-ağustos-eylül 2009,
sayı :39
18 Ekim 2009 Pazar
Paçalı Bulut
20 Mayıs 1947'de Ceyhan'da doğdu.Nazire Ada ile Ahmet Ada'nın oğlu. İlk ve ortaokulu Ceyhan'da okudu,(1965). Devlet Su İşleri Ceyhan Şubesi (1967-69), Marangozlar İstihlak Kooperatifi (1971-87)ve otomobil ticareti ile uğraşan bir şirkette (1989-93)çalıştıktan sonra emekli oldu. TYS üyesi.2002 yılında Mersin'e yerleşti.İlk şiiri "Tabuttur Kitaplar" 1966'da Soyut dergisinde çıktı.Sanat ve edebiyat dergilerinde çok sayıda şiir ve yazısı yayımlandı.Bazı şiirleri Fransızcaya, Almancaya, İngilizceye, Kürtçeye çevrildi. 1980'li yıllar şiirinin önemli bir temsilcisi olarak tanındı. Şiirlerinin İkinci Yeni şiir havzasından beslendiği gözlense de kendine özgü lirik bir şiir kurdu.Gerçekçi tutumlardan beslenen, destansı, lirik, hüzünlü ve incelikli şiirler yazdığı eleştirmenlerce kabul edildi.Son dönem yazdığı şiirlerle, modern şiirin biçimselliği ile modern dünya tasarımına felsefi derinlik katan yeni bir döneme girdi. Uzun ve epik özellikler barındıran şiirlerinde, göç, savaş gibi olgulara insanî bir perspektiften bakarak çok sesli bir şiire yöneldi.Şiirin kavram ve terimlerinin oluşturulmasında çaba gösterdi. "Şiir Okuma Durakları" (2004) adlı kitabı modern şiire ilişkin şiir bilgisi içeren bir elkitabı olarak değerlendirildi. Şiirin sorunları ve İkinci Yeni üstüne eleştirel, çözümleyici yazılarıyla da dikkati çekti. 2006 yılında, Çukurova Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü ile Eğitim Fakültesi Felsefe Grubu Eğitimi Anabilim Dalı tarafından ortaklaşa düzenlenen sempozyumla "40 Sanat Yılında Ahmet Ada'nın Şiiri" çeşitli yönleriyle ele alındı. Sempozyum bildirileri "Ahmet Ada'nın Şiirine Bakışlar" adıyla yayımlandı, (2009).2008 yılında, Mersin Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Sinema ve Televizyon Bölümü "İki Şair Bir Kent" adlı belgeselinde Ahmet Ada ile Celâl Soycan kent kültürünü ve şiiri konuştular. Bu söyleşi DVD olarak yayımlandı. 2009 yılı 21 Mart Dünya Şiir Günü Mersin'de, 43.sanat yılı nedeniyle, Ahmet Ada'nın Şiiri odağında kutlandı.Ahmet Ada'nın "Göründü Göğün Faytonu" başlıklı şiir bildirisi okundu.
Ödülleri :
1981 Akademi Kitabevi Şiir Başarı Ödülü Gül Doğsun Gül Üstüne ile (Ali Cengizkan ve Adnan Azar'la paylaştı)
1991 Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü Aşk Her Yerde ile
1993 Yunus Nadi Şiir Ödülü Vakit Yok Hüzünlenmeye ile
"'Onlar İçin Minibüs Şarkısı' Üzerine Gözlemler" adlı incelemesiyle 1999 E Dergisi İnceleme Ödülü.
Şiir Kitapları :
Gün Doğsun Gül Üstüne (1980)
Acıyla Akran (1983)
Yaz Kırlangıcı Olsam (1985)
Aşk Her Yerde (1990)
Vakit Yok Hüzünlenmeye (1992)
Günyenisi Lirikler (1992)
Yitik Anka (ilk üç kitabının toplu basımı, 1993)
Taş Plak Gazelleri (1995)
Küçük Bir Anmalık (1996)
Begonyalı Pencere (1998)
Denize Atılan Çiçek (1999)
Gökyüzünün Fıskiyesi (2003)
Denizin Uykusu Üstümde (2004)
Kantolar (2006)
Yeni Kantolar (2007)
Sonsuz At (Seçme Şiirler) 2009
Sözcükler Denizi, 2009
Taşa Bağlarım Zamanı, 2009
Poetik Kitapları :
Şiir Okuma Durakları (2004)
Şiir İçin Boş Levhalar (2006)
Modern Şiir Üzerine Yazılar (2008)
Ahmet Ada
Paçalı Bulut
Kanat çırpar boşluğa boz bir kuş
YAZ MI DEDİNİZ
Yaz mı dediniz, dağlarda geyikler yoktu
Ama geri döndü bir yere ait olmanın sesi
Bekleyiniz çiçeklenen denizi
Bekleyiniz başlangıcın sesini
Taşlar arasında otun sesini
Yaz mı dediniz, geçiniz efendim
Biz yazı sesinden biliriz
Uyandın mı bir su sesi, bir kuş sesi..
Aram öldü, parmaklarının tellere akan sesi
Sason’dan dağları dolanıp gelen sesi
Yaz toprağına dökülürdü efendim
Aram öldü, asılı kaldı sürgün sesi
Kaygının buhurdanına. Geri geldi
Diyarbakır toprağına gözleri..
Kürtçe’nin sesini bekleyiniz efendim,
Sessizliğin sesini bekleyiniz efendim,
Bugün akşam saat beşte, saat beşte..
Yaz mı dediniz, yaz göğüne gömünüz
Efendim
BUGÜN GÜNLERDEN
Bugün günlerden eylül sonu
Kuşlar gibi sonsuzu kucakla
Belki erinci bulursun boşlukta
Günlerin köpük köpük yüreği
Yıldızları güneşi yanına al
Uçurum çiçeği
Demek ki günler aşkınlığımızın geyiği
Git git tükenir denizin lodosu
Tersine yağar yabanıl yağmuru
Arınmış yorulmuşsun, bir yanın
Güneşli deniz, bir yanın koca ağaç,
Yanı başında ölüm sarkacı Pars
Bugün günlerden yağmurun öncesi
Belleğin sabahında köpek havlamaları,
Belki de giden Pars’ın gölgesi
Ovaların Abdal’ı yürü, kök sal
Sessizce toprağın derinliklerine
Ve konuş benimle kalın sesinle
KAYIP SÖZ
Aşkın saati çaldı, denizin soluğu
Eşiğimizdeydi ey yağmurlar,
Aşındı dilim bitkilerle konuşmaktan
Çağlar boyu nefes nefese kaldım,
Ey bulutsuz günler, ey ince kuleler
Nihayet buldum eşitliğin dilini
Ormana karşı akşam vakti
Çın çın ova eşitledi geceyi
Taşı, mine çiçeğini.
Uykusuz kaldım
Sizin için ey lambalar, ey uğultular
Ey dedim, sevdim hep ey diyenleri
Kamışlara vuran güneşi, fırtınayı,
Taklacı güvercinleri, beslerdi babam
Damda buğdayla, gençliğim ey,
Şimşeğin kılıcı göğsümde, şarap
İçmeye giderdik deniz kıyısına
Ve işte ey aşkın saati çaldı
Aşk eşitledi ikimizi, katışıksız
Kıldı eşiklerimizi, evde, sokakta
Nasıl da yeniden yaratıldık ey
Gör gizilgücünü yüreğe işleyen
Erdemin, yalnız bedende
TİNİN YÜRÜYÜŞÜ
İzi kalmıyor güzün kışa armağan edilecek
Güneşin tırpanı diniyor, akşam olmak üzere,
İyi akşamlar tarla kuşu
Uzaklaşıyor bak umudun resmi
Dilsiz çakıl taşlarının üstüne düşüyor
Leylek sürülerinin gölgesi
Geldi de geçiyor taşın kıvılcımı
Bahçeden bahçeye Gılgamış
Arıyor hâlâ ölümsüzlüğü
Asma kuşunun çatallanan sesinde
Susarken patika, sedir ormanı,
Ölüm geçiyor yaprağın içinden
Sazlar mı olur söğütler mi artık,
Dipsiz söz, büyük kargış konuşmak
Bir ırmağı. Şaşar kalırım
Kenger otunun yuvarlanışına
Öyle bir şey tinin yürüyüşü de
Kentin asfalt sokaklarında,
Çürümüş yapraklara basa basa
TOPRAĞA BAĞLILIK
Nehirler lambalar geyik sesleri nedir ki
Yaprağın ucunda damladır sevincim..
Gün doğuşu için sabahın davulları
Nedir ki hatmi çiçeğinin uykusuna..
Ey yaşayanlar bu yılda yaşlı dünyada
İnsanlığının doruklarını görmeden
Fırtınanın içinde, yaşamak nedir ki
Belki sonuncu sesiyim ağustosböceğinin
Geçirdim koca bir yazı kitaplar arasında
Odada odaya, nedir ki
Ağzımda tutkudan açan bir çiçek
Sevincime karışıyor şimdi
Yağmurun yıkadığı yalınayak dizeler
Belki de bir geyik sesiydim
Bir önceki yüzyılda taşın içinde
Su içirmeye götürmüştü
Koca ormanı Karacaoğlan. Al geyiklerin
Koştuğu ovadan. Kuşluk vakti
Ağacı şaşırtan denizi gördünüz mü,
Taşın uygarlığını çağlar boyu,
Anadolu’da
GİTME SAATİ
Arı bir sözcük verin bana ey kanatlılar,
Alıp gitmeliyim adımı çağırdılar
Yağmur kuşlarının uçtuğu yere
Sese dönüşmeliyim ağzımda arı sözcük
Denize dönmeliyim tutkulu ışığa
Günler değirmi sesler aralıklı
Ayak sürüyor yaşlılar park kanepelerinde
Gözlerinde bulutlar
Bakıyorlar bir aralık
Çıplak dallarda yer değiştiren kuşlara
Kuşlar sesimden tanıyor beni
Elmalar yuvarlanıyor yanım sıra
Yıllar yağıyor Parsın gölgesine,
Ölümün eşiği günün yamacı değil mi?
Arı bir su verin bana gitmeliyim
Varoluşun mutluluğu değil mi?
Birdenbire yağan yağmurlar..
GÖÇÜK ÜSTÜ AĞAÇ
Akşam mı oldu bir yanım göçük
Rüzgâr tırpanlar geldiğim patikayı
Eğreltiotları sarmaşıklar hüzün
Kuşlar uçar çalılardan bulana dek
Bir başka kuşu, umuttur bu çatılarda
Umutla beslerim göçük yanımı
İzin verir yüce gönüllü hüzne
Şaşkınlıkla bakarım biçer gövdemi
Yapraklar için konuştuğumdan
Toprağın uzundur sessizliği
Rüzgâra izin verir bağ evine giden patika
Öylece durup bakarım çiçeklendiğine
Acıyla esen rüzgârın, çiğnenmiş otun
Akşam oldu mu benzer bir hüzün
Eşlik eder sessizliğin uzlaşmaz orağıyla
İYİ OLSUN
İyi, öyle olsun, kentin sokaklarında
Kaybettim denizi, göğün daveti
Gözlerimi ufka bağlayan çizgi üzerinde..
Öyle olsun kış mevsimi
Size anlatmak isteğim
Size bir sır vereceğim ah
Tökezledim nasıl da ey sevgili
Seni gördüm yelin içinden geçen yüzünü
Çoğaldım. İyi, iyi olsun uykudayken
Yol üstü bir dizi kavak da
Kışı erteleyip Kahire’ye gidelim
Ey sevgili. Meşe ormanı saçlım,
Kendimize bir kötülük yapalım
Bir akşam üstünün aldanışları için
İyiyim, iyi olsun Aşk içinde dünya
Çocuklar gülsün Gazze’de, yok ki
Başka umar, teyellendi yüreğime
Acılar çeken annelerin güneşi
GÖL DÜŞLERİ
- Bir kız el ediyor gölün kıyısında.
- Göl mutsuzluk söylemine hazırlıyor.
- Yoğun bakım cehenneminden yeni çıktım
Gömleğim kanser lekesi, mutsuzluğum
Günden güne artıyor, biçimini buluyor bende
Kaçıp sığındığım hüzün
- Sözcükler kör, göl durgun.
- Çözülmek üzere geyiklerin indiği göl,
Gök sancağını arıyor, sancaktarı olduğumda
Özgürlüğün, ey çorak toprak, elini ver
Rüzgâra bürünerek gel yanıma
- Sözcükler kan, yeryüzü çığlık çığlığa.
- Gömülmüş damağıma sürgün muhabbeti..
Siz ey dünyanın tacirleri, yeryüzü tefecileri,
Sancağı yükselttikçe sancaktar,
Çözülmektedir ayakları şeyhlerin de..
ADA ZAMANI
Kılıç gibi inen güneşin kayrası
Temmuzu taşırıyor her çiçekten
Yaslı bir böcektir vınlayan
Uyuyan yapraktan
Bir çocuk toprakla oynuyor
Toprağın parmakları çocuğun elinde
Kadın son kıvılcımı akşam üzerinin
Çocuğa bakıyor aydınlık
Daha güzel oluyor akşam
Yaprağın zamanı rüzgârı belirliyor
Akşamın geldiğini bilmiyoruz
Denizden dönenler olmasa
Martıların gevezeliği hiç durmuyor
Ada, gök betiğinin yalın sesi
Toprak keseği bir çocuğun elinde
Zakkuma biriken zaman
Ruhum safirdi, incindi,
Utancı gördüm zorbanın sopasında
Durdum azaltmak içir ruhumdaki acıyı
Güneş gören evlerin kapısında
MUTSUZLUĞUN ZAMANI
Bir çiçek fısıldıyor: “İşte şarap
rengi deniz. Kıyısında, tepelerde üzüm bağları.
Bulutlar koparmış zincirlerini. Ey şair, bırak
yalın söz konuşsun. Kubbelerin revnakların
fıskiyelerin vakur taşkınlığına yanıt ver.”
Şair çiçeğe fısıldıyor: “Kardeş toprağını
kana çevirdiler. Söz yitiyor kan gölünde.
Sur dibinde parçalanmış çocukların yüzü.
‘Kandan elbiseler giydim ben’ “
Rahvan atı bulutun, yaslanmış omzuma
unutmak için koynundaki yağmuru.
Ova da böyle yapardı eskiden
Bilge ova, buğday ambarı,
Olgunlaşana dek göğsündeki başaklar
Kuşlarını salardı ağaçlara
HAYATA BAĞLILIK
Bir nergisle başlıyor gün güneyde
Mersin sarı beyaz yakamda,
İçten içe taşıran sevinci
Taşın kıvılcımına havanın buğusuna
Bugün yüreğimin erinci uçuyor
Kayalıklara çarpan denizin üstünde
Nedir bu tinimin martılarla uçuşu
Uzanırken bedenim toprağa upuzun
Bıraktım kendimi evrenin kıyısına
Göğsümden dünyanın sesleri geçiyor
Ey şair, diyorum tinsiz nereye
Böyle nereye kendi kendine
Ağaç olsum geyikler gelir mi?
Nereden bileyim, bildiğim şey
Sayrıyım güneşe çıktım
Nisan kuşlarının sevinciyle
KANIYOR
Menekşe kokulu yıldız.
Yalpalayarak akan su.
Boynu bükük çiçek.
Tuzlu suda yürütülen,
İşkencedeki tutsak.
Rüzgârla uçan ot.
Gökyüzünün nergis kokusu.
Geceyi gündüzü aşan at.
Çok üşüyen kurumuş çeşme.
Diz çökmeyen deniz.
Tulum giymiş ağaç.
Yapraklardan görülmeyen baba evi,
Damı penceresi kapısı.
İskele babaları, halatlar.
Ak geyiklere benzeyen bulutlar.
Yeğni mi yeğni kalbim.
İÇİMDEKİ AĞAÇ
Göğün çekici üstümde
Denizin hiçliği yanı başımda
Bir gider bir gelirim sevgilim
Elimde hoş kokulu kırmızı bir elma
İçimde bir elma parlaklığı
Neden ağardığını bulamazsın sevincimin
Baksan da göremezsin sevgimin terlediğini
Ceplerimdeki kuş sesleri
Başka bir şey değil, çağrıdır sana
Her yanıma yerleşen gülümsemene
İçimdeki ağaç sensin
Yüzlerce kuş havalanır üstünden
Sevgilim
Seni çoğala çoğala sevdiğim zaman
Tuhaftır
Geyikler kente iner
KAYIP OĞUL
Oğlu kayıplar arasına karıştığında
Ölmemiş miydi balıkçı Kerim
Dün gördüm tablasının başında
Gür sakalından kuşlar fırlıyordu
Çalgılı gökyüzüne
Oğlu devrimin buğusunda koştuydu
Davullu cümbüşlü ateşli güne
Fırtınalı düşünceler içinde
Eşikleri aşıp koştuydu gelinciklere
Bakakaldıydı o yaz şebboylar
Büyük zamana düşen gölgesine
Sünepe bir bulut göğümüzü kararttı
Derdim günüm güneşli bir günü gezdirmekti
Başka bir deniz bulmaktı
Çocuklar kızlar yaşlılar için
Kara dutlar yetiştirmekti
Ayak değmemiş bir bahçede
EY SEVGİLİ
Ağustos bitti koşuyorum hızla eylüle
Caddeler sokaklar pasaj önleri
Serçelerle dolu
Öyle güzel öyle alımlı yürümekte
Ağaçlar denize doğru
Ağzının portakal mavisi çağırıyor
Koşuyorum koşuyorum yok gibi bir sevda
Bölüyor gün ortası güneşimi
Karanlıkta kalıyorum ey sevgili
Çıkageliyorsun pasajın köşesinden
Bir kere daha kör oluyorum.
Ağzın ayakların kendine göre,
Saçların kış bahçesi ey sevgili
Aşkın ölümsüz günleri, cam mavisi
Bir gök.. Deniz bizi çağırıyor ey sevgili
Bizimle uyuyor yaşlı kedi, bizimle
Uyanıyor kent yağmur özlemiyle
HAVA DEĞİŞİMİ
Denize kurdum gün doğusunda saati
Bilmiyorum, üstümden uçan leylek sürüsü mü?
Oh, saban süren bir gökyüzüne,
Yaslıyorum sırtımı, ben ölmem daha
Öten ne, hangi hayta kuş bu,
Mızmızlanıp duruyor denizin kenarında?
Leylaklar doldururken içime taze bir koku
Hava değişimi ruhumu arındırmada
Oh, elmalar iyileştirir hasta bedenimi
Yaz günü, kıyısında bir çilek tarlasının
Sevince kuruyorum saati
İmrenerek doğanın mucizelerine
Deniz iki adım ötemde öyle güzel
Oh, düğümlü ağaçlar dibinde
Saatlerce yatabilirim erinç içinde
Yüzümün değirmisi dünyanın çatısı
BALKON II
Bu balkon, deniz gören şiirin yurdu,
Konuştuğum yer kendi kendime
Gün ağarana dek sözcüklerin samanıyla
Şiir kovaladığım dar mekân
Nasıl soludum onca yıl bu havayı?
Su gibi bir şey akıp gider
Ömrüm göksel imgelerden
Bu balkon geceleri yıldız bolluğu
Kısa çalgısı ırmakların üstünde
Güvercinler uçmayagörsün uzun
Uzun karşı damdan açıklara
Keyiflidir o zaman gecesefalarıyla
Bu balkon, zaman dışı dünya
KÖRDÜĞÜM
Sabahın bu erken saatlerinde
Balıkçı şarkıları Mersin’in kıyı yakasında
Balkonlarını çiçek basmış evler
Uykudan uyanır bu şarkılarla
Denizin açkısı martılar çözülmemiş
Düşleriyle inip kalkar denize
Kanatsız kuşların acısı bende
Yürüseler ya denizin üstünde
İyimser bir düşünce, tüyleri ıslak
Bir kuş, yere düşen yaprak
Uyanır yeni güne
Uyanırım otun en yeşiliyle
Ne güzeldir uykudan uyanışı
Bir genç kızın, öyle erken
Bir okul özeni giysilerinde yüzünde
Değiştirilebilse genç kız olurum
Varlık göz olup soyunur bende
Sabahın bu erken saatlerinde
Mersin’de, bu çok sevdiğim kente
Sevinçten kördüğüm olurum
BİRKAÇ KUŞ
Birkaç kuş balkona konmuş
Öbür kuşları konuşuyor
Kıskançlık, çekememezlik, kibir
Var birinin her sözünde
Bu kış bilmiyor paylaşmayı güzelliği
Ne kırlarda ne balkonda
Kederi ayrılığı ölümü bilmiyor
Üşüyecek ilk ayazda
Doğrudur küçücük bir kuş olduğu
Oho, büyüyüp öğrenecek daha
Ölü kuşların konuşmadığını
Çürümüş otlar yapraklar arasında
Ağzı taze ot kokuyor, yolu uzun,
Öğrenecek şimşeğin tadını bir gün
Kim bilir ne zaman, hangi ormanda
Kanatları üşüyecek ilk karda
Güz gelir sevgili
Eskiciye verilen plaklar gibi
OLMASIN
Arta arta büyüyor sevincim
Hangi terziyi görsem gözlüklü
Ve tanış çıkıyor gökyüzüne
Kesip biçmek için olmasın
Her sabah balkon demirine konuyor
Sessizce üç kumru, boşluğa
Ötüyorlar sisin içinde
Göllerden Pars çağırıyor olmasın
Artık olmasın ölümler sevgilim,
İnsan unutmasın göğe ağan ağacı
Ve yaprağın suyun arı dilini
Rüzgârın bütün gün değdiği
Arta arta büyüyor sevincim
Topraktan alıyor gücünü sevgilim
Yağmura yakın olan koca ormandan
Dünya denizin belleği olmasın
Bir köpek havlıyor durmadan gündüzü
Kumruların güneşi balkon demirinde
Sabah mı vakit, çiğ tanesi vakit
Sakın kapıyı çalan yaz olmasın
ÜÇ KUMRU
Bugün yarın derken günler değirmi
Şeyler gibi yuvarlanıyor sevgili
Her gün uçup geliyor balkona
Üç kumru, denizle gök arasından
Kirletmiş kanatlarını kentin sisi dumanı
Sonsuzluğu çağırıyor ötüşleri
Nedir ki gök hep yeni
Dem çekiyor üç kumru yok gibi
Yaşamım öyle üst üste mevsimler
Ve evrene öten kumru sesi
Yele veriyorum koca bir ömrü
Denizle göğün birleştiği bölgede
Dem çekiyor üç kumru
Derken fesleğen kokusunu veriyor
Eve sokağa komşuya
Kumrular farkında mı, bilmiyorum
Giriyoruz sevgili ilkyaza
AŞK GİRER
Günleri ölümsüzlüğe bölüyorum
Zaman çıkrık sesi hiç gibi
Aşıyor aşkın eşiğini
Çardağa yakın göğe uzak
Alnımı dayıyorum upuzun ovaya
Çavdar tarlalarına güneş vurduğunda
Ah benim hayta yüreğim
Gezdiriyorum seni çıplak bir rüzgâr
Gibi akça söğütlerin orada
Yenik düştüğünü bilerek aşka
Çitler kayın ağaçlarının sınırında
Ben sabrındayım rüzgâra duran bulutun
İncecik bir yağmurum bazen
Yumuşacık bir çayır çayırkuşuna
Avutmak boşuna tenteli arabalarda
Fener alayları ayın çalgısı filan
Bu yürek aşktan göçük
Bu aşk çığlıklardan örülü gelincik
SESSİZ GECE
Bir orman güzelliği var gözlerinde
Sevgili, saçlarında kuş cıvıltıları,
Alır giderim onları sessizce
Upuzun bir gece boyunca
Uzanır dokunurum boynunun zarifliğine
Gecem koşan bir geyik olur
Sığırcıklar iner ovaya
Ağzından öperim upuzun
Isırılmış elma kokusu var ağzında
Sevgili, biçimini alır gece
Ekmek kesen ellerinin
Şimdi dünyada kim anar beni,
Yaz günleri mi, kış geceleri mi?
Evimiz gök sayılır sevgilim
Belki güz anar adımı benim
EYLÜL GİRER
İşte eylül, kurumuş ot kokusu,
Selin sürüklediği yıkıntılar,
Bağ kütükleri, tomruklar, kırık
Bir testi, tedirgin birkaç kuş..
Ayrıntılar ki hüzünlüdür sevgilim
Sessizce çöker içimize
Tenha sokaklarda hiçe eğimli
Solgun bir yaprak gibidir
Eylül ki konuşulur
Üç beş ağacın kuşla dolduğu
İşte yavaş yavaş serinliği
Dağdan denizden konuşur gibidir
Çocuklar kuşlar bitkiler kadar
Bir gök üstümüzde plak gibidir
GECİKTİNİZ
Siz çoksesli müziğe geciktiniz
Evde miydiniz
Bir geleniniz mi oldu
Yaz’ı çaldılar güze geçtiler
Geciktiniz başladı bende
Bir terlik tedirginliği
Ah sevgili her zaman yaşarım böyle
Bir yerlere yetişmenin tedirginliğiyle
Aşk, bilirsin tutuldunsa
Kırgın bir çocuğun çığlığı gibidir
Müziğin bitmesine azıcık vakit kalmış
Nerede kaldınız, geciktiniz
Belli ki büyük bir acıdan geldiniz
Gecikmiş olsanız da geldiniz
Bir çiçek kadar incesiniz
BALIKÇI KAHVESİNDE
Pasaklı kümülüs dönüşür mü yağmura,
Döner mi hava devrime?
Bilmiyorum, parkta, kıyısında denizin
Rüzgâr çarpıyor akça ağaçlara
İyileştim günden güne inceldim
Yalın bir ağaç oldum, gök oldum
Bir çırpıda toprağı değiştiren
Yüce bir rüzgâr oldum sevgili
Eylül sonunun bir akşamüzeri
Burada iskele kahvesindeyim
Gözlerim balıkçılarla dolu
Alıştım gürültülü konuşmalarına
Çok eski bitkiler, koca sedir ağaçları
Kadar güzelsin sevgili
İyileştim düşündükçe seni
BAKILIR
Yağmurun basamaklarından indim sokağa
İyi ki geldiniz bunalmıştım
İyi ki geldiniz sevgili
Delik deşiktim kederden
Bu elmalar senin için
Bu telefon sesi, bu leylak sesi
Bu ince yağmur senin için
Bakışımın yalpaları derinliği için denizin
Bakmışımdır omzumdaki gümüş aya
İçimde parlayan ışığa
Bakılır sımsıkı sarılmak için
Can sıkıcı şeyler karşısında hayata
Dur azıcık hemen anlatayım
Bakmışımdır saatlerce bir çiçeğe
Bakılır geldiniz ya gözlerinizin derinliğine
Ne söylesem sevdadır artık
KARA ACI
Ayakkabının tabanı da delikmiş,
Böyle upuzun yatınca anladım
Öldüğünü sandı herkes
Sızladığını gördüm ayak tabanının
Birkaç at gölgesi, kar uykusu
Ve düşlerinde gördün öldürüldüğünü
Göğün sümbülleri toplandılar
Biliyorum, dağları var, kemikleri var
Bu topraklarda atalarının
Cırcırböcekleri, arılar, kuşlar sonra
Öldüğünü sandı yetim sardunya
DENİZKIZI
Bir balık yerleştirir bakışlarını
Denizkızı, dumanlı tepelere..
Akça kavaklar, portakal bahçeleri
İçinden rüzgâr geçer denize
Sazlar değil kayalar vardır
Martıların inip kalktığı
Kara kara gözlerinde acı, hüzün
Vardır, dünya böyle bir yerdir
Başkasının acısı da hançerdir
Saplanır sümbül kokan göğe
Denizde saklanan tansıkları bilirsin
Denizkızı, pul pul dökülen kederi,
İncir ağaçlarının gizini, işkenceyi,
Korkunç ölümleri kör kuyularda
Ama işte böyle bir yerdir dünya
Denizkızı, balıkçılar sökün eder
Balıkçı kahveleri dolar akşamüstleri
Kılıç gibidir öfkeleri
Böyledir bacaların ince dumanı
Avuntular rüzgârı
Varlığımı oyalıyor yeryüzünde
BULUT
Yaşamak da bir şey, gel git arasında
Dünya, eğreti bir ip, bir sarkaç,
Duraklar, yürüyüşler, sis,
Varsa da elim bir mektuba
Kent de yaşayan bir şey, bulvarları
Pasajları kaldırımları kuşlarla dolu
Kalkıp sinemaya giderim
Oh, benden içeri başka dünya
Gelir derinliksiz iğne, otların
Konuştuğu fırtınalı günler
Olursa da bulutsuz geçtiği
Dokunurum meydandaki göğe
Yeşil makarası ağacın, kuşun
Sokağa bakan gözü, göğün uçuşan tozu..
Giyinip çıkarım soğuğu
Oh, elimin uzantısı güz bulutu
DÜNDE KALDI
Bir at yazlığı gökyüzü için
Gökyüzü ülkendir kuşlar için
Elma ağaçları günebakanlar için
Deniz kıyısındaki incir ağacı için
Bahçenin çiti bu yaz devrildi
Yaz mı dedim uzun sürdü
Bıraktı içime bir at yalnızlığı
Köy yolunda – dünde kaldı
Dünde kaldı asma kuşunun ötüşü
Keskin bir şimşek, yaz yağmuru,
Uyanık bilinç, bir güvencedir
Gök yükü ağır insana
Yaz da geçer rüzgârı savura savura
Çıkrık sesi, köpek havlamaları
Arasında büyür çocuklar
Ökseotları gibi
VAR
Masamda kırık bir vazo, kırık bir
Aşk, gümüş saplı bir hançer
Arındıran korkularımdan..
Sessizliği yırtan sabah kuşları,
Serinkanlılığını yitiren rüzgâr
Var
Var benim de varlığa özgü hüzünlerim
Var benim de aşk kırgını sözcüklerim
Var benim de bir çiçeğe durmuşluğum
Ezberimdedir
Çilli yağmur
Masama oturmadan denize bakarım
Var benim de denizim insanlık adı
Var benim de rüzgârım özgürlük adı
Var benim de elyazım çapari adı
Var çilli bir sabahım, yağmurlu,
Işır toprakla deniz, çapa, ağ,
Göğün salıncağı kımıldar içimde,
Balığa çıkarım aç acına
ÇÜRÜMENİN GÖĞÜ
İçiniz
Soğuk elma suları içiniz efendim
Bitti işçilerin iş bırakımı efendim
Yoksullar yoksulluktan kurtulmalıdır
Bu kriz en çok bize yaradı efendim
Bol yağmurlar sonrası
Şizofren derelerin taşması
Bize yaradı efendim
İşleri yoluna koymanın sırasıdır efendim
Geçiniz
Kapalı ekonomileri, kötürüm kaldırımları.
Rüzgârın etekleri süpürüyor yaprakları
Geçiniz kaldırımlardan efendim
Varoluşun solgun eylülünden
İçiniz
Soğuk elma suları içiniz efendim
İnsanın ereği boyuna içmektir efendim
Eylül ki çok can sıkıcıdır
Bırakınız müzik çalsın efendim
KIRIK BÖYLE
Fesleğenler naneler türkü söylüyor
Duru göğüne Mersin’in
Dağ tarafının önü
Portakal bahçeleri.
Düğümler atıyor Gözne
Horoz ötüşlerine
Ah,böyle kırık
Başladım güne
Deniz tarafında gök sakin
Flütünü çalıyor geyik
Çamlığın tepesinde
Yalnız gölgelere
Ah, kırık böyle
Başladım güne
Balkon kapısı açık
Odama doluyor sümbülün sesi
Üstünde uçan ilk kuşa
Sabahı muştuluyor deniz
Ah,böyle kırık
Başladım güne
PAÇALI BULUT
Paçalı bir bulut
Girmiş gözüme, ondan mı bozbulanık
Görüyorum denizi
Ve kocaman gözlü eşeği
Ada bu yaz çiçeklendi varlığınla,
Çiçek açtı deniz martılarla.
Çözebilsem kör balıkçının hünerlerini,
Sığ sularda balık olurum
Yine portakal çiçeği, yine gölgen,
Yine mavnaların rüzgârı sevgili
Eteklerinle oynuyor sabahın eri –
Kanmıyorum kanatlarına yazın
Aşk mı içimdeki bu ağrı?
Emek ister elbet en ücra uçurum,
Kayboluyorum az berisinde tepenin,
Gözümde paçalı bir bulut
İÇİM DIŞIM
Çılgın bir serüvende yitmiş gibiyim
İçim dışım bulut
Biliyorum, nesnelerin de dili var
Konuşurlar durmadan birbiriyle
Yitmemek için kısacık zamanda
Dedim, yaşam denize yürüyen ağaç
Dokunabilsem göğün rüzgârlı vaktine
Bölünür ikiye çatal ağaç
Dedim, yağmurun da dili var
Konuşur damlarda, çitlerde, bahçelerde,
Ağarınca ortalık görünür tanelendiği
Biliyorum bulutu giyindiğimi
Şahdamarımsa bol ışık, kılıç, şimşek,
Çiçek açmış erik ağacı gibiyim
EYLÜL MÜ DEDİNİZ
Eylül mü dediniz çağırdım efendim,
Sokakların sürüklediği yaprakları,
Girer birazdan kapıdan
Sızar ya da kapı altlarından
Eylül ki olsun benim de solgun bir giysim
Hüzünlü özgürlüğüm bölünmüş zamanla
Nasılsa bir orman gibi sevdim
Kuşları kentin sokaklarında
Bir elmayı yarıya böldüm, yarısı sensin
Öbür yarısı eylül
Ekim mi dediniz
Şaşkın bir öğle vaktidir
Bir çiçek, bir gül kokusu değil
Eylül ki ot kokuyor odam
Uzaktan deniz kadar uzaktan
Çağırdım efendim gelir birazdan
AVUNTULAR RÜZGÂRI
Bekledim geyikler inmedi kente
İncecik bir ay ışıldadı
Rüzgârdı sessizliği dağıtan
Bekledim kuşlar geri dönmedi
Enginlere doğru uçan
Bahçeyi aştı endişem
Bekledim çıkageldi sabah rüzgârı
Güneş girdi odama
Çaylak bir kuş öttü dışarıda
Bekledim bentsiz bir su
Nazlı bir su gibi
Dereyi aştı endişem
Bekledim, “zulüm çağı” dediler,
“Bekleme, niceleri işkencede..”
Bahçe çitini aştı endişem
GÖLGE
Bir gölge gibi geçti Mersin çarşılarından
Bilmiyorduk şair olduğunu
Hayır yoktu tespihi fötr şapkası
Okurken takardı gözlüklerini
Sahildeki çay bahçesinde
Hayır görmedik yazdığını hiç
Kalbiyle konuşurdu Kör Yusuf’la
Baharat kokardı elbisesi
Denebilir ki yalnız yaşardı
Güller mi dediniz, evet güllerle inerdi
Güz de gelse kente
Eski bir denizciydi bana kalırsa
Bilirdi balık mevsimini
Ve her türlü balık çeşidini
Başka nesini sayayım efendim
Umutsuzluğa düşeni gördükçe
Kederi arta arta gezerdi
Kendinin olmayan ölü saatlerde
Bir yabancı gibi dolaşırdı kenti
İÇİNDEKİLER
Kanat çırpar boşluğa boz bir kuş
Yaz mı dediniz
Bugün günlerden
Kayıp söz
Tinin yürüyüşü
Toprağa bağlılık
Gitme saati
Göçük üstü ağaç
İyi olsun
Göl düşleri
Ada zamanı
Ruhum safirdi, incindi
Mutsuzluğun zamanı
Hayata bağlılık
Kanıyor
İçimdeki ağaç
Kayıp oğul
Ey sevgili
Hava değişimi
Balkon II
Kördüğüm
Birkaç kuş
Güz gelir sevgili
Olmasın
Üç kumru
Aşk girer
Sessiz gece
Eylül girer
Geciktiniz
Balıkçı kahvesinde
Bakılır
Kara acı
Denizkızı
Avuntular rüzgârı
Bulut
Dünde kaldı
Var
Çürümenin göğü
Kırık böyle
Paçalı bulut
İçim dışım
Eylül mü dediniz
Avuntular rüzgârı
Gölge
17 Ekim 2009 Cumartesi
12 Ekim 2009 Pazartesi
Balkon (Türkçe - İngilizce)
Translated by Baki Yiğit
THE BALCONY
This balcony, the home of poetry overlooking the sea,
The place where I talk to myself,
The narrow space in which I go after a poem
With the hay of words untill dawn.
How have I been breathing this air for so many years?
My water-like life flies
Through celestial images.
This balcony, abundance of stars at nights,
And their short hornpipe over rivers.
It’s blissful with evening primroses
Whenever doves fly long
Off the opposite roof.
This balcony, a time-out world.
Balkon
Bu balkon, deniz gören şiirin yurdu,
Konuştuğum yer kendi kendime
Gün ağarana dek sözcüklerin samanıyla
Şiir kovaladığım dar mekân
Nasıl soludum onca yıl bu havayı?
Su gibi bir şey akıp gider
Ömrüm göksel imgelerden
Bu balkon geceleri yıldız bolluğu
Kısa çalgısı ırmakların üstünde
Güvercinler uçmayagörsün uzun
Uzun karşı damdan açıklara
Keyiflidir o zaman gecesefalarıyla
Bu balkon, zaman dışı dünya
22 Eylül 2009 Salı
bendeki kavak ürpertisi benziyor
sende soluk alan yapraklara
zamansa heple hiç arasında
hayır, benim için uçmuyor kuşlar
sonsuzluk ayarı yapıyorlar
denizin puslu kıyısında
kışın parmağı denizin kıyısında
hep o soluk soluğa koşan
köpek, biricik sona doğru
anlaşılan bir şey ormanın müziği,
sessizlik de öyle, öğle uykusunda
taşlar, denizin yanı başında
KIŞ İÇİN PRELÜDLER V
parklar ipek kanatlı yapraklarını
dökmüş, dedi, yağmurun ayak sesi,
denizin uzak öğlesi, yaşlı yüreğin
sokuluşu yağmurun sesine
doğa da varlığın sesi, dedi,
sözcükler mi – durmadan imler
sararıp dökülen yaprakları
yağmuru uzatan yapraklarmış gibi
ışık da gölgenin kardeşi, dedi,
ölümden konuşulur, ama o da
olan bir şey, boşlukta sessizlik,
kışın batan gün kana kana
Ahmet Ada
Deliler Teknesi dergisi, Eylül- Ekim 2009, Sayı : 17
18 Ağustos 2009 Salı
Ahmet Ada ile Söyleşi
‘Deneylenemeyen dünyanın
sözcüsü oldum’
Ahmet Çakmak
Ahmet Ada bu yıl biri şiirlerinden seçmeler ’ Sonsuz At’ (Şiirden Yayınları), diğer ikisi yeni şiirleri ‘Sözcükler Denizi’ (Şiirden Yayınları) ve ‘Taşa Bağlarım Zamanı’ (Metis Yayınları) olmak üzere art arda üç kitap çıkardı. ‘Sözcükler Denizi’ içinde yer alan şiirlerdeki felsefi derinlik ve ‘lirik ben’in öne çıkması ile dikkat çekiyor. Ahmet Ada ile hem içerik hem de biçim olarak farklı bir yelpaze bu kitabını ve şiirlerini konuştuk…
“YALINLIĞIN DERİNLİĞİNE ULAŞTIM”
- Lirik Ben’in cevherini içeren bir kitap olmuş Sözcükler Denizi. (1) Lirik Ben’in şiirden kovulduğu, deneysel şiir alanlarının söze, retoriğe açıldığı bir dönemde lirlik Ben’de ısrar etmenizin bir anlamı var mı?
- Lirik Ben’in söylemi çağdaş şiirin vazgeçilmez söylemidir. Çağdaş lirik şiir yitirilmiş doğanın, insandan soyutlanmış eşyanın, bitki örtüsünün, denizin sesidir. Ahmet Haşim’in lirizmiyle karıştırılmaması gerekir. Okurlar bunu fark edecektir. Okur, şiirlerin bilge söylemini, sözcüklerin tılsım ve büyüsünü aralayıp kitaba kapıdan girdiğinde lirizmin kucakladığı doğayı sezecektir. ‘Sözcükler Denizi’, bütün modernliğine karşın, Akdenizli tinin dolaştığı bahçeleri, denizi, ormanı okura duyumsatmayı amaçlar. Anlamı ötelemez. Lirik Ben’in sade, yalın, o ölçüde de kapalı söylemi, içeriye girildiğinde tadına varılan şiire dönüşür. Çağdaş lirik şiir, son kertede, yalnızlaşan insanın sesini duyuran şiirdir. Çağdaş lirik şiir, küresel dünyada, dizgenin hazırladığı, kurduğu, verdiği dünyayı değil, bireyleşen Ben’in iç sesi olarak arzuladığı dünyayı dile getirir. Abartılı bir söylemi değil, sade, yalın olmayı seçer. Seçkindir. Öznenin kendi adına konuştuğu bir iç deney, bir yaşantı şiiridir. Sözcükler Denizi, yaşantının, duygu patlamasının, doğaya ve insana bağlılığın bilgece dile geldiği şiirlerden oluşuyor. Seçkinlik ve billurlaşma yolunda geldiğim bağlayıcı noktadır. Adorno, lirik şiir için ‘ikinci doğa’ nitelemesini bunun için yapıyor. Çünkü, söz konusu olan lirik Ben’in genele karşı kurduğu tikelin doğasıdır.
- 1979’da yazdığınız bir şiirle giriliyor Sözcükler Denizi’ne. “Seyir Defteri” adını taşıyan bu şiirin sizde özel bir yeri var herhalde?
- “Seyir Defteri”nin italik dizilen bölümünü, 1985’de yayımlanan Yaz Kırlangıcı Olsam’ın birinci bölümüne almıştım. Yazılışından otuz yıl sonra tamamını Sözcükler Denizi’ne aldım. Sevgi Soysal Adana’da sürgündü, ziyaretine gitmiştim. Sürmene Oteli’nde kalıyordu. Hüzünlü, tasalı günlerdi. Şiirde ona gönderme var. İtalik bölümdeki Adana, çocukluğumun Adana’sı. Yazlık sinemaların, faytonların bunduğu belleğe zorunlu yolculuk.
- Sözcükler Denizi’nin “Yağmurlar Kalmasın” adlı üçüncü bölümündeki şiirlerde arkadaşlıklar, lirik Ben’in tinselliğinin doğa ile iç içe giren gerilimli hâli, bu küçük şiirlerin atmosferini oluşturuyor. Derin yapıda yeryüzünü anlamlandırma aranışı mı bu? Nesnelerin tinselliğini keşfetme çabası mı?
- Her ikisi de..Derin yapıda yeryüzünü yeniden anlamlandırabilmek güzel bir çabadır. En somut örnek ‘Kırık Amfora’ şiiridir. Binlerce yıl önce denize fırlatılıp atılmış kırık bir amforanın, binlerce yıl sonra denizden çıkarılışı, ışığı yeniden gördüğünde ruhunun şaşıp kalışı…Amforanın tinselliğini keşfetme çabasıdır bu. Aynı zamanda yeryüzünün ve ışığın değerini anlamlandırma uğraşıdır. Nesnelerin de tinselliğinin olduğunu düşünmek insana ait bir olgu. Nesnelerin de konuşan varlıklar olduğunu hep düşünmüşümdür. Doğanın devingenliği; işte budur ayakta tutan insanı ve yeryüzünü: “İçindeki denizi kurutamazsın / Küçük sular akar gelir ardından” (s.30). Bu mucizevi devingenlik “Birdenbire bir çiçek / Gürül gürül bir orman” (s.36) değil midir? Doğa, kutupsallıkları, zıtlıkları birleştiriyor. Bunu görmüyorlar. Sezgilerimle duyuyorum. Gerçekçi ve üstgerçekçi yönelimlerle zıtlıkların birliğine katılıyor, bu ürkütücü gerilim hattında yer alıyorum: “Gidilir evet dünyaya doğru / Ama her gidiş de hüzündür” (s.35). Aslında dünyada olmanın hüznüdür bu. Uyandığında, nesnesine yabancılaşan, emeğinin yittiğini gören insanın hüznü.
- Bir yanda bellek geriye işliyor: Tavan arasında çocuk kalmış yağmurları dinlemek, çeşitli çiçekler, deniz, orman. Bir atmosfer yaratmak için değil, Varlık olarak da varoluyorlar…
- Belleğin geriye işlemesi, çocukluğun saf doğasına yönelmesi, bir çiçeğin, bir kokunun anımsatmasıyla olabiliyor. Çocukluk, ergin insanın düş ülkesidir. Dış ve iç mekânıdır. İmgelemi, yaratıcılığın temel gücü olarak gördüğüm için, şiirsel imgenin ‘kurucu’ varlığına inanırım. Yaratıcı imgelem, doğanın şiirselliğini değil, şair öznenin imgelemindeki doğanın şiirselliğini yeniden kurar sözcüklerin gücüyle. Şair, doğanın seslerini, kokusunu, devingenliğini değil, imgelemindeki doğanın seslerini, kokusunu, devingenliğini yeniden kurarak doğayı taklit etmekten kurtulur. Yağmurlar, çiçekler, deniz, orman, şiirlerimde imgelemin mekânından geçerek birer imge olurlar. Böylece, içtenlikli ve sonsuzluk duygusu yaratan bir doğa, kardeş doğa yaratırım kendime, dolayısıyla okura. “Taştaki derin telaşı” (s.47) nasıl duyumsarım yoksa yaratıcı imgelem ve sözcüklerin gücü olmasa? Nesneleri yaşayan varlıklar olarak algılamak, onlardaki tinselliği keşfetmek güven vericidir. Ama, bazen, özneden bağımsız bir nesneler dünyası olabileceğini de düşünürüm. O zaman, onlar şiirlerimin atmosferini yaratmak için değil, gerçek nesneler, varlık-nesneler olarak varolurlardı şiirlerimde. Ya şimdi? Şimdi de varlık-nesneler olarak varolmaktadırlar.
- Doğayla bütünleşme isteği “Yalın İstekler” adlı şiirinde dile geliyor?”Yollar Boyunca”da da kentin para tutkusundan, kentte dilin bozuluşundan söz açıyorsunuz. Bu istek kentte sıkışmış, bunalmış bireye mi ait?
- “Yalın İstekler” bir mekân şiiri. Mekân Akdeniz, Toroslar, Taşucu, Mısır, İskenderiye. Özgürlüğün ruhuma dolduğu bölge. Bir Akdenizli olarak, kentlerin birey üzerindeki basıncı, baskısı karşısında doğaya karışma isteğinin sözcüsü oldum bu şiirde. “Dünya büyük, ama / denizler kadar derin içimizde”. Rilke’nin bu dizeleri içdenize, o büyük dünyaya gönderir okuru. “Yalın İstekler” şiirinde (s.49), yalnızlığın, iletişimsizliğin yaşandığı kente gönderme yok (2), ama doğayı imgeye çevirme var. Özyaşamsal deneyimimin şiir diline çevrilmesi. Bu mekânda daha önce de yaşadım, yaşıyorum. Tortusu, görüntüsü var bende; varolanın şiir diline çevrilmesi; sanırım işin özü bu.
-“Yalın İstekler” şiirinden sonraki şiirler felsefi bir zeminde ilerliyor. Yoklukta dolaşan ayaklar, Ben’in bir başınalığı, hiçlik denizi, sonsuzluk duygusu, evrene sürgün oluş, “başka bir dünya olmalı” ütopyası; bu işaretler geniş bir felsefi zeminde olan Ben’in yeryüzüne değgin işaretleri olabilir mi?
- Sözcükler Denizi’nin asıl konuşulması gereken yönü şiirlerdeki felsefi derinlik. Felsefi derinliğe gönderen imleri saptamışsınız. Felsefe yalnızca felsefecilerin ilgilendiği alan değil. Bir şair olarak ‘İnsan ve Varlık’ şiirin nasıl temel düşünsel sorunsalıysa, felsefenin de sorunsalıdır. Söylem farkını unutmamak kaydıyla. Kant, Wittgenstein, Heidegger okumalarının başlangıcı Marx’ın Grundrısse adlı yapıtı. Sonra dil felsefesi, fenomenoloji, Benjamin, Adorno, Deleuze okumaları, Bakhtin var onları takip eden. Bu dirsek temasları şiirlerimin derin yapısını değiştirdi doğal olarak. Şair ne yapar? Deneylenemeyen dünyanın sözcüsü olur. Melih Cevdet Anday, şiir dilinin mantık üstü olduğunu söyler ki, öyle olmasaydı varlığı, hiçliği, yoklar dünyasını dile getirmesi olanaksızdı. Şiirimin sahihliği bu mantık üstü kurgusallığından gelir. Orada, bir yerlerde taşın aşındığını hissedip algılayabilen bir zihinsellik ile bu zihinselliği mantık üstü dile ya da imgeye çevirebilen yetenek, olup biteni de sezgileriyle gösterebilir. Sözcükler Denizi , bu bilgeliği dünyaya karışarak yapar, yapmaktadır. Alain Badiou, “şiir kendini dilin içinde buyruk olarak ortaya koyar ve bunu yaparken de, hakikatler üretir” diyor. Şiirin kendini dilin içinde bulurken de felsefeye dikiş atması özerkliğini, bağımsızlığını zedelemez. Şiiri felsefenin yedeğinde görmediğin sürece bu böyledir. İnsanın yeryüzü serüveni, yüz yüze geldiği ve temas ettiği metafizik şiirin bölgesi içindedir; dolayısıyla dokunup geçtim onlara. Sözcükler tümüyle okunduğunda, dizeler, görüntüler görünür ve yitirler. Bende ve okurda anlamın sürmesi, bu büyü şiirindir. Belki süren anlam değil, şiirin müziğidir.
- Şiirlerin biçimselliklerinde de söyleyişinde olduğu gibi bir sadelik, bir yalınlık var. Bilge bir söyleyiş Ben’i doğayla bütünlüyor. Ne dersiniz?
- Şiirlerin biçimlerinde belli değişimler oldu Sözcükler Denizi’nde: Monolog dizeler, soru yanıt dizeleri, italik dizeler, şiirlerin bilgece söylemlerinin aktarılmasında ve çatının oluşturulmasında görev aldılar. İç konuşmalar, bir Hodan çiçeği gibi titreyen iç sesler, sözcükler bitince dibe çökecektir. Birkaç özne, bin bir çeşit imgeyi yüklenip götürür. Öznenin içinde bulunduğu dış mekân, iç mekâna çekilerek, öz orada biçimlendirilir sözcük sözcüğe bitişerek, dokunarak. Ama, şiirin biçimselliğini teknik birtakım girdiye indirgemek de doğru olmaz. Biçimsellik, yapının, şiirin öğeleriyle örgütlenmesi demektir ki, temeli sözcükten başlar. Sözcükler Denizi’nin biçimselliği tek tek şiirlerinin farklı biçimselliklerinden oluşur. Biçimsellik donmuş değil, devingendir.
- Bu yıl iki yeni şiir kitabınız yayımlandı: Sözcükler Denizi, Taşa Bağlarım Zamanı. Bu yeni kitaplardaki şiirler bağlamında şiirinizi nerede görüyorsunuz?
- Bu son kitaplar bağlamında yalınlığın derinliğine ulaştım. Sözcük dağarımın çok genişlediğini gördüm. Şiir dili olarak kırılma bu kitaplarda da sürüyor. Şiirlerimin bilgece bir söyleme kavuşmasında felsefi kavramlarla, sözcüklerle düşünmeye başlamanın etkisi var. Gündelik hayatımda da felsefe ile fenomenoloji okumanın değişimdeki etkisini söylemek bile fazla. Dünya şiirinin doğrultusu sessizliği bulana dek düzlemim olacaktır.
1 Ahmet Ada, Sözcükler Denizi, Şiirden Yayınları, 2009 İstanbul
2 Şair ‘Yollar Boyunca’ adlı şiirinde (s.58), kentin para tutkusundan,
kentte dilin bozuluşundan söz açıyor. (Ahmet Çakmak)
Hürriyet Gösteri dergisi, (Haziran-Temmuz-Ağustos) 2009 / Sayı: 298
5 Ağustos 2009 Çarşamba
VARLIK, ZAMAN VE ŞİİR: TAŞA BAĞLARIM ZAMANI
Mustafa Günay[*]
“Başlangıçta şiir vardı.” Ya da “Önce şiir vardı” gibi sözleri sıkça duyarız. Uygarlık tarihinin bugüne kadar uzanan kültür birikimi içinde şiir ve felsefe en önemli unsurlar arasında yer alır. Felsefenin, felsefi düşünme tarzının şiire kazandırabileceği boyutlar kadar, şiirin felsefeye ve aynı zamanda sanata kazandırabileceği olanaklar da söz konusudur. Bunun yanı sıra özellikle şairlerimizin yapıtlarının felsefe açısından yorumlanması ve değerlendirilmesi önümüze yeni yollar ve ufuklar açabilecektir. Bu bağlamda Ahmet Ada’nın Taşa Bağlarım Zamanı adlı yeni şiir kitabının bazı yönlerine değinmek amacındayım.
Varlığa ve varoluşa yönelik soruların felsefi düşüncenin doğuşunda belirleyici bir rol oynadığını söyleyebiliriz. Ancak ontolojik sorular yalnızca felsefenin değil, aynı zamanda edebiyatın ve şiirin de önemli temaları arasında yer alır. Felsefe ve şiirin yapı ve söylem bakımından bütün farklılıklarına karşın, insanın varlık ve zaman karşısındaki hallerini dile getirme ve yorumlama bakımından birbirine yakınlaştıklarını, birbirini beslediklerini görebiliriz. Ahmet Ada’nın Taşa Bağlarım Zamanı adlı kitabı da, varlık, zaman, hiçlik, varoluş, değişme, ölüm, kaygı, sıkıntı gibi ontolojik ve varoluşsal kavram ve temaların felsefi bir zeminde karşımıza çıktığı bir şiirler toplamı. Ada’nın kitabı varlık, yokluk, hiçlik sorunlarının şiirle yoklanmasının, araştırılmasının örneklerini bir araya getirmektedir. Ama bunu yaparken şiiri ve felsefeyi bir diğerine indirgeme tuzağına düşmediği açıktır.
Ölümlü olduğunun bilinciyle, her an ölüme ve yokluğa doğru sürüklendiğini gören insan, bu durum karşısında derin bir varoluşsal kaygı /sıkıntı duyar. Bu durumu Sartre bulantı, Heidegger kaygı, Camus ise saçma olarak adlandırmışlardır. Ada’nın şiirlerinde dile gelen özne de, bazen monolog bazen de diyaloglarla, söz konusu varoluşsal kaygı ve sıkıntıyı metafizik bir deneyim olarak yaşamakta ve bu deneyimlerin yorumunu şiirsel söyleme taşımaktadır. Heidegger’in de söylediği gibi, “dil varlığın evidir.” Şairler de şiirlerinde bir varolma mekanı inşa etme çabasına girişirler. Bu mekan ölümlü, gelip geçici bir varolan olarak insanın aynı zamanda varoluşunu anlama ve anlamlandırma uğraşısında kaygı ve sıkıntılarını giderme yolunda sonu gelmez çabalarının da temel bir göstergesidir.
Mevcut dünyanın şiir dilinin yapısı içinde dönüştürülmüş betimi ve eleştirisiyle birlikte Ada, arzuladığı, umut ettiği dünyanın özlemini de ifade eder. Verili gerçekliğin /dünyanın ötesine işaret eden yönleriyle, ütopik bir boyutu da içeren şiirleriyle Ada, şiiri bir “umut ilkesi” olarak görür. Bu nedenle Ada’nın şiirlerinde ontik-estetik ve gizil bir politik perspektiften, yaşanan zamanın ötesinde ütopik bir zamana, geleceğe vurgu yaptığını da saptamak mümkündür. Özellikle “Alnı Akıtmalı At” ve “Belirtiler” şiirlerinde ütopik unsurlar belirgindir: “İnsan ne arar derinde ta dipte /Kör bir makas, eski dillerden /Tılsımlı sözcükler.(…) İnsan iyi şeyler arar denizde/Para geçerli değil.” (Belirtiler, s.28) Başka bir ülke ve yaşam arayışını ortaya koyan şu dizeler de, tüketim kültürünün egemenliğindeki günümüz kentlerine ve yaşama tarzına yönelik bir eleştiri, başkaldırı ve bir arayışı ifade eder: “Bulabilseydik keşke sedir ağaçlı bir ülke,/Çözülürdü sıkıntılarımız bir demet başak gibi /Gösterişsiz, kibirsiz yol alırdık yine / İnsanın ta içine, kardeşlik ormanına./Abartılı sahte görkemli /Paranın üretildiği kentlere/Kentlere döndük yine.”(Alnı Akıtmalı At, s. 34)
Ada’nın denize ve diğer doğal mekanlara olumlu, kent vb. kültürel-toplumsal mekanlara ise daha çok olumsuz baktığını saptamak mümkündür. Elbette bunda insanın kendine ve başkalarına yabancılaşmasının ve temel insani değerleri kaybetmesinin ve söz konusu değerlere duyarsızlaşmasının, yani tarihsel-sosyal mekanlarda varoluşun anlamını kaybetmiş olmasının önemli bir rolü bulunduğunu da unutmamak gerekir. Bu bağlamda kentlerden ve kente yabancılaşmış, bunalmış, bir çıkış yolu ve umudu bulamayan insanlardan söz ederken, şairin yanı başında bazı hayvanların yer alması dikkat çeker. “Bize ne oldu? Biz kara halkı neden kaçtık/İçinde varolmadığımız kentten?”(s. 33) diye sorarken, “Takılıverdi peşimize bozkırdan/Kurtardığımız alnı akıtmalı at”tan söz eder. Ada’nın bu kitabındaki şiirlerinde en sık karşılaştığımız diğer hayvanlar ise geyik ve pars’tır. Ölümü simgeleyen Pars'ın dolaştığı pek çok şiiri vardı Ada’nın son yıllardaki kitaplarında. Ama Taşa Bağlarım Zamanı kitabında "geyik"ler de dikkati çekmeye başlar. Geyik, Türk kültür tarihi içinde taşıdığı anlamlar ve işaret ettiği değerler/kavramlar bakımından da önemlidir. Pars ve temsil ettikleri ile bir karşıtlık halindeki geyik imgesinin insanın varoluşuna yeni anlamlar ve değerler kazandırma bakımından da önemli olduğunu söyleyebiliriz. “Yıllardır, yollar açılır yollar kapanır/Pars izimi sürer. Bir yolu tamamlarım /durmadan.”(Altıncı Zaman, s. 48) “Zamanın tefeciliğiyle” ve “açgözlü parayla” yırtılmış insan yüzleriyle dolu kente yönelen şair şöyle der: “Kente doğru yavaş yavaş yürüdüğümde/Caddelerde bulvarlarda geyikler görüyorum.”(Yedinci Zaman, s. 49) “Geyik” adlı şiirinde de şairin kente bakışı ve şaşkınlığı ortaya konulur: “Toprak sahipleri topraklarındaydı hâlâ/Kente lodos kapısından girdim/Yanımda beyaz bir geyik/Kimse bir geyikle geldiğime inanmadı/Ne patlak gözlü bankerler/Ne karanlık koridorların mübaşirleri” (…) Bütün gün caddelerde yürüdüm,/Bakıp geçtiler kayıtsız biçimde/Savaşlardan kurtardığım geyiğe.”(Geyik, s.27) Kendine ve insani değerlere yabancılaşmış, duyarlığını yitirmiş insanın, yeni bir başlangıca ve değişime işaret eden simgelere ve değerlere ne ölçüde kayıtsız kalabildiğini dile getiren bu şiir, bir bakıma varlığın ve varoluşun anlamı hakkında sorular sormayan, ezbere yaşayan, tüketim kültürünün akıntısında sürüklenen kitle insanının da bir eleştirisi ve şiirce değerlendirilmesidir.
Ahmet Ada’nın şiirlerinde geçen hayvanların ve bazı mitolojik simgelerin aslında insana bazı değerler ve anlamlar konusunda yol gösterici bir işlev taşıdıkları söylenebilir. Başka bir deyişle insanlığın ya da belli bir topluluğun/ulusun kolektif belleğinde derin kökleri ve izleri bulunan kimi simgeler (at, geyik vb.) Ada’nın şiirlerinde insanın varoluşsal kaygılarını ve toplumsal-tarihsel sorunlarını aşmada etik bir dayanak olarak da ortaya çıkarlar. Bir bakıma söz konusu simgeler şiirlerdeki ütopik arayışlarla da bağıntılıdır. Geçmişten süregelen kimi simgeler ve değerler, bu bağlamda, insanlığın yeni bir geleceğe yönelmesinde ve onu inşa etmesinde de vazgeçilmez unsurlar durumundadır. Ada’nın şiiri yalnızca hayatın kendisinden ve felsefi-yazınsal metinlerden değil, aynı zamanda kültür tarihinden de beslenir. Onun şiirinin kaynakları çok çeşitli ve zengindir. İlk bakışta göze çarpmasa da Ada’nın şiirinin kökleri kültür tarihinin derin topraklarına uzanır. “Geyik” şiirinde olduğu gibi, tarihsellik ve güncelliğin buluşması söz konusudur. Varlığa ve zamana yönelik soruların şiirle yoklanması ve dile getirilmesi, tarihsellik temelinde gerçekleşir.
Ada’nın şiirinde doğanın da önemli bir yeri vardır. Ancak onun şiirindeki doğa, yaratıcı imgelemden süzülüp geçmiş, poetik bir biçime bürünmüş doğadır. İçinde yaşadığı coğrafyanın büyük ölçüde Ada’nın şiirlerine yansıdığını görebiliriz. Dünya’ya Mersinden, Akdeniz’in kıyısından bakan şair, kendi yaşama çevresinin koşullarından ve kendine özgü renklerinden yola çıkar ve giderek Akdeniz’in diğer bütün kıyılarına/uçlarına ve dünyaya uzanır. Akdeniz’in havasını taşıyan şiirleri, bütün yeryüzünü kucaklayan bir yönelimi de barındırır içinde. “Denizin şamdanları yanar bir bir/Akşam akşam kentin ışıkları da./Çarşıyı geçer bir uçtan bir uca/Balkonları dolduran sardunya kokusu,/Köşeyi dönünce birdenbire Pessoa/İstersen bırak anlatsın leylak/Ortadoğu’yu, ölü doğmuş yıldızları,/Akşam. Denize giren aydır/Bunalmış insana yabancılaşmaktan/(…) İstersen bırak konuşsun leylak/Gündoğusunu, başdöndürücü denizi./ ‘Gazze’de yine çocukları öldürmüşler’/Kana bulanmış sesiyle konuşsun leylak.”(Yine Deniz, s. 15). Şairin geniş bir dünya ilgisi içinde yaşadığı zamanda tanıklık ettiği vahşete ve barbarlığa karşı estetik bir duruşu ortaya koyduğunu görür ve artık leylaklara başka bir gözle bakmaya başlarız.
Ada’nın şiirlerinde insanın varlık ve zamanla ilişkisini şiirin olanaklarıyla dile getirirken, sıkça “deniz” metaforuna başvurduğunu görürüz. “Gün boyu ölçtüm biçtim denizi/Ne kadar yanımdaydı kuşun zamanı?/Gölgenin zamanı ağaçtaydı/Uçup gitti nar giyimli gökyüzü”(Yağmurdan Sonra, s.10) Zamanın anlamını sorgulayan insan, çevresindeki nesnelerin zamanla ilişkisini de yorumlar. Bir bakıma zamanı düşünen, sorular soran yalnızca insan olmakla birlikte, zaman varolan her şeyin üzerinde hüküm sürer: “Günebakanlar zamanı mırıldanıyor/Köpekse taşı, deniz küstüğü maviyi/Ben içimdeki boşluğu mırıldanıyorum/Cenaze törenlerindeki yokluğu/Belki hiçlik bu denizden çektiğim balık/Belki de hiçlik salyangozun kabuğundan çıkması/Ama hepsi varlığıma dokunuyor/Önce o büyük sonsuzluk duygusu”.(Önce Boşluk, s.11)
Zaman varlığın değişim sürecidir, değişimler zamanı kavrama ve yorumlama konusunda insan için en önemli ipuçları ve göstergelerdir. “Zaman rahvan atı gök çatının” diyen şair, varlık ve yokluk arasında insanın varoluşunu söz konusu değişmeler bağlamında anlamaya ve anlamlandırmaya çalışır: “Denizin eşiğine oturuyorum/Demek ki yalnızlığın eşiğine/Elimi uzatsam varlığımın hiçliği/Çok eski bir boşluğu dolduruyor/İçim dışım kumun zamanı/Vakti sormuyor kuşlar”.(Değişmeler Denizi, s.18)
Varlık ve yokluk arasındaki değişme süreçlerinde insanın dünya içindeki durumuna bakarken, Ada deniz kadar topraktan da söz eder.”Bir ayağım toprağa gitmekte/Bir ayağım denizde hâlâ”.(Parçalanmış Zaman, s. 58) Bireyin yalnızlığı kadar başkalarına karşı duyduğu dayanışma, paylaşım ve kurulabilecek beraberlikler de önemlidir. Varoluşsal kaygılar/sıkıntılar ve aynı zamanda toplumsal sorunların ağırlığı ve acısı her insan için geçerlidir. Bu bağlamda Ada’nın şiirlerindeki özne, yalnızlığın duvarları arasına kapanmaktan çok başkalarına yönelmekten yana bir tavır sergiler: “Deniz, o kocaman tanıdık bahçe/Onaramaz varoluşumun kaygılarını/İnsan neye yarar onaramazsa/Başkalarının kaygılarını doğduğunda/Kim verdi bana bilinci - /Nereye ait bu parçalanmış ben/Kuşlar bile birlikte uçarken”.(Belirtiler II, s.29) Bir başka şiirde de kuşlar, insanın anlamsızlaşan varoluş durumlarına işaret ederler: “Bu insanlar ne ister? Kendileri kanatsız / Kuşken. Hangi erinç doldurabilir/Kalan günlerini”.(Taşa Bağlarım Zamanı, s. 36)
Ahmet Ada’nın varlık, hiçlik ve zamana yönelik yaptığı dokunmaların ve yönelimlerin felsefi derinliği kadar psikolojik boyutu da önemlidir. Varlığı sorgulayan akıl ve onu şiirleştiren imgelemin dayandığı duyarlık da aynı gerçeklikten beslenir. “Gitmeyen yol var mı? Büyük/Olsun isterse varoluşun acısı. Gidiyorum /Hüzünden anıtlar bırakarak.”(İkinci Zaman, s. 40) Elbette varoluş yalnızca acı ve hüzün değil, kimi zaman sevinç demektir. Varlık, hiçlik, yaşam ve ölümün birbirine dönüşmesi gibi, acı ve sevinçler de birbirine dönüşmektedir. “Benim yokluğa yürüyüşüm,/Hiçliğe kanışım onlardan. Denizin kapısını/Arayışım yıllardır. Sevinci çekici,/Üzüncün nacağı arasında çözülsem de/Yıllardır, yollar açılır yollar kapanır/Pars izimi sürer. Bir yolu tamamlarım/durmadan”.(Altıncı Zaman, s. 48)
Ahmet Ada, bu kitabında yer alan şiirlerinde insanın varoluş hallerine ve varlık karşısındaki duruşuna, ontolojik ve etik boyutları birlikte ele alarak yöneliyor ve içinde yaşadığımız tarihsel zamanın ağırlığı ve yol açtığı kaygılarla imgelemimizin ufuklarını otantik bir şiirin deniz kokan rüzgarıyla devindiriyor. “Deniz dedim o büyük sözdizimi/O büyük sözlük derine indirdi ruhumu”.(Bugün, s.9)
Ahmet Ada, Taşa Bağlarım Zamanı, Metis Yayınları, Mayıs 2009, 58 sayfa.
Radikal Kitap, 31 Temmuz 2009, sayı : 437
[*] Yrd. Doç. Dr. Çukurova Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Felsefe Grubu Eğitimi ABD, mgunay@cu.edu.tr
“SÖZCÜKLER DENİZİ”NDE (*)
Ahmet GÜNBAŞ
“Bahar mı gecikti kuşlar mı
Eyvah! Gül imecesinde talan
Yüreğimde dinmeyen bir tel
Kuşkuyla yaralı mayıs günleri” (s:23)
Böyle diyor şair, Sözcükler Denizi’nin Seyir Defteri’nde korkunç bir uzaklık ve kırılganlık duygusuyla. Aslında değişen bir şey yok. Bahar da kuşlarda yerli yerinde. Salt karşılama duygusu farklı. “Gül imecesi” dediği aşklarla, dostluk bahçesiyle eşdeğer. Oradaki talan ise eksilmelerle ilgili. Söyleşilerin çekilen suyu da dahil buna. Her yanı telaş almış. Yılın en gözde ayında bile kuşku var. ‘Yaralanmak’ fiili geniş bir çağrışım çemberi oluşturuyor.
Ölümle ölümsüzlük arası bir gelgit... Ve sürekli ölümsüzlük arayışı... Kaptanın telaşından böyle bir sonuç çıkıyor. Gizine erdiği ya da içini doldurduğu her sözcük sonsuzluğu muştuluyor. Sözcükler Denizi’nde bulduğu sözcükleri dingin bir kıyıda gözden geçiriyor. Bu dinginlik kalıcı bir yalınlık bağışlıyor ona. Nesnelere karışmak, nesnelerde bulduğu ezgiyi, ancak yalın kulakların duyabileceği fısıltıyla ıssız yerlerde dolaşan bir kuş sesiyle birleştirmek gayretinde. Tinsel yolculukların belirsizliğinde sonsuzluktan anlaşılan belki de bu. Seslerin/sözcüklerin döküldüğü yerde köpürdükçe kendini yeniden üretiyor her şey! Doğal ki başka biçimde üretiyor. Üretmekle kalmıyor, eksileni yerine koyuyor, tümlüyor:
“Kırık bir rüzgâr örtüyor
ruhumda açılan oyukları.” (s:28)
Tehlikeli oyuklar böylece kapatılırken, şairin belleği gibi yansıyan o kuş, ıssızlığı konuşturmaya çalışıyor:
“Dehlizlerin, kamışların arasından
bir kuş ötüyor.” (s:29)
Dehlizlerin ve kamışların kıvrımı, daha önce geçilen durakları anlatıyor bence. Dolaylı olarak yaşanılmışla örtüşüyor. Nesnel geçişlerde her şey birbiriyle ilintili, benlik alışverişi içinde; parıltılar saçıyor.
Daha çok geriye gidişlerle, yaşanılmışla ilgileniyor Ada. Geçmiş zaman yoksamak, yitik sesleri toplamakla eşanlamlı. Taş Plak Gazelleri’nden (1955) Kantolar’a (2006) uzanan çizgide ‘dramatik’ olan yeniden ve güçlü biçimde karşımıza çıkıyor. Kopan, dağılan her parça duyarlık tellerini harekete geçirse de, daha önce Oyuk’ta sözü edilen o boşluğu doldurmak çok zor. Tekilden çoğula (kişi, aile, halk) kopmuş parçaların öyküsüyle çalkalanıyoruz yaşam boyu. Bazen onarılmaz bir aşk acısı, bazen zorunlu göçlerle savrulmanın dağınıklığı, bazen de ortasından biçilen bir yaşam tarzı allak bullak ediyor dünyamızı:
“Yazılacaktır öyküsü
Gövdesinden kopmuş parçanın.
Işığı kıran iç denizin. Gövdenin tini
arıyor denizini şimdi. ‘Arayıp da
bulanınız var mı?’ diyor Veysel.” (s:31)
Özetle şair, bu tür arayışlara yazgılı. Büyük bir şiirin parçaları gibi bir türlü erişilemeyen!.. Erişilmezlik duygusu sonsuzluğu da körüklüyor böylece. Sözcük halkaları genişledikçe gizine yaklaşıyor. Ancak “Gidilir evet dünyaya doğru / Ama her gidiş de hüzündür” (s:35) diye ölümü kollayarak konuşlandığı Kırık Duruş eşiğinde yorgunluğunu da itiraf ediyor:
“Biz burada kaldık da ne oldu
Arkasına saklandığın narlardan
Durup dururken sakalına dolan kargalardan
İniyor akşam
Su kuşları, günebakanlar
‘Yorgunuz’ diyor” (s:37)
Ah, Derin Beyaz Atlar’a binilse her şey daha kolay olacak! Ama o taşkın hevesiyle gerilerde kaldı. Doludizgin geçti yeryüzünden. İncelikleri, farkındalıkları yaşamadan... Asıl trajedi bu belki de. Yani, daha erken karşılayabilirdik sonsuzluğu Sözcükler Denizi’ne yelken açarak. Seyir Defteri’ndeki burukluk karartıp durmazdı ufkumuzu. Derin Beyaz Atlar’a eklenen ‘upuzun’ sözcüğü, onun geleceğe uzanan bir gençlik iksiri olduğunu imliyor.
“Derin beyaz atlar upuzun anlaşılması güç
Öyledir duvar diplerinde kalmışlığımız
Öyle ya deniz neden kıpırtılı
Dalgınlığımız neden bir orman dalgınlığı
Belki içimize ata ata yer kalmadı içimizde
O yüzden belki de ıpıssız sıkıntıyız” (s:44)
Ama bir Değişmeler Ağacı var ki salkım saçak kucak açıyor “Kül kâğıdı çocuklar”a; “Çeliklerden dörtnala akan türkü”yle (s:45) birlikte tıkır tıkır işliyor. Giderayak“Ağaçlardan denize yürüyen motor”a dönüşüyor. Özetle başka bir ağaçla yer değiştiren ağacımızın yürüyüşü, önderliği uzun süre konuşulacak cinsten. Ağacın yer değiştirmesini diyalektik anlamda tezler savaşımıyla algılarsak, denize doğru yürüyüşün görkemi karşısında hayretimizi gizleyemeyiz. Denize yürüyüş çok özel bir özlemdir şiirin genelinde. Özlemin gerisinde engel tanımaz bir hedeftir. Tazelenme, arınma duygularını da çağrıştırır. Yapıtın adına yaraşır biçimiyle akışkanlığı körükler. Hem de öylesine körükler ki son şiirde (Sarkaç) bile “Deniz hazırlıyor beni sonsuzluğa”(s:75) inancı ölümle kolayca yer değiştirir.
Ada şiirinde nesnel geçişler çok önemlidir ve birbirini izler. Sözü yine Değişmeler Ağacı’na getirirsek; “Çeliklerden dörtnala akan türkü, ağaçlardan denize yürüyen motor” öncesinde “dikey hüzünler yatay hüzünler” örgütlenmesi değişimin sürecinin halkalarını oluşturur. Derken değişimin son halkasında “Uzun güzel kızların” mutluluğuna tanık oluruz. ‘Uzun’ ve ‘upuzun’ sözcükleri her iki şiirin ekseninde yer almakla kalmayıp gerine gerine aydınlığı muştularlar.
Ada’nın bolca kullandığı çocuk, kuş, at ve ağaç imgeleri, iç içe geçen edimleriyle çıkmazdaki insana, dolayısıyla siftinen şiire hareket getirirler. “Sığırcıklar ve her şey kalbimden havalanır” (s:39) dediğinde bir daha anlarız kuşlarla açıklanmanın güzelliğini. Yalın İstekler’in başat olanı ‘gitmek’tir zaten, hem de dörtnala gitmek:
“Bir atın ayakları olurum belki
Rüzgârla yarışan bir atın
Dörtnala uzaklaşan ovadan” (s:49)
Geçmiş zamanı yoklamak denli onu şimdinin içinde değerlendirmek önemli özelliğidir Ada şiirinin. “Kollarını açtığını görüyorum ışığa / Dünyanın güzelliğine” (s:33) örneğinde kırık bir amforayı “Kırık Duruş”una konuk edebilir. “Öğle vakti geçtik denizi” (s:53) dizesinde sanki anı yakalamak için sürer atlarını. Ada’daki ‘zaman’ kavramını rüzgârların, yağmurların, taşların v.b. ortak diliyle yaklaşırız ve tanımlarız Örneğin “mendil sallayan rüzgâr”, “yapraktaki telaş”, “tez ayaklı yağmurlar”, “taşın dili” gibi kişileştirmeler gerekli ipuçlarını verir bize. Artık bu bağlamda eskiliği değil şimdinin içindeki “elma tadı”nı konuşuruz:
“Sen de duydun mu başaklarda
Yağmura biriken zamanı
Geçmişi şimdinin kabuğunda
Yaşadın mı bir elma tadında” (s:54)
O elma tadı ki yaşamın tadı tuzudur. Eğer “Günlerin isi elmaları karartı” (s:75) deniyorsa, biliniz ki yaklaşan felaket umulandan da büyüktür.
Söz konusu büyülü elma tadını biraz daha açımlarsak, insandaki bağbozumunu gösterir bir güz şenliğine erişiriz. Salkım salkım yaşanmışlıklardan süzülen bir şenlik ateşi içimizi ısıtır. Büyük yalnızlığımız, ölüm korkusunu aşarak dengeye ve huzura kavuşur:
“Gök müydü alıp başını giden
Elma rengi., bulutlar mıydı şaşkın
Otun böceğin uykusuzluğu muydu
Kalkıp gittik yaprak toplamaya
Kevser, ben, bir de yaşlı güneş
Kayısı çiçeği kokusu karşıladı
Beni, Kevser’i, bir de yaşlı güneşi
‘Anımsa kırk yıl önce de böyle kokmuştu’
‘Annemin ruhunun dolaştığı eski bahçede’” (s:59)
Kırsal bir fonda gezinir şair. Neredeyse gün ışığıyla yazar şiirini. Oysa kent yaşamına özgü göndermeler vardır büyük sıkıntısında. Evet,“Kof gürültüsünden tanırım kenti / Para tutkusundan, dilin bozuluşundan” (s:58) dolayı sıkıntılıdır. Hatta kaçış halindedir. Ama yabancılaştırmaya boyun eğmeyen iletişimsel bir kaçıştır bu. Oysa kentlerin kulağına küpe olabilecek duyarlıklar içindedir. Örneğin “Ağaç denizine yürüyen gümüş dereyim” (s:46) imgeleminde, kavaklarla kurbağalarla diline doladığı “gümüş şarkı”yı “saat kulesi” görüntüsüyle kente de duyurur:
“Dur da dinle
Gümüş şarkımı
Saat kulesi” (s:46)
Şairin durduğu nokta kimseyi yanıltmasın. İnsanı aramak için yola çıkmıştır o. Köy-kent ekseninde dağılan, yiten, parçalanan insanı!.. Terzi Sarkis’e adanan dizelerde,; vatkalar, şeritler, mandallar arasından “Büyük olsun makas, denizi biçeceğiz / İnsandaki kof benliği, gözüpeklik işte” (s:60) diye haykırdığında, değerler karmaşasını aşıp, Sarkis’in izdüşümünde yeniden biçimlenme sancılarıyla bireyselliğe hizmet ettiğine tanık oluruz. Geçmişi sırtlayan arayışlar doğrultusunda - erdemleri ıskalamadan - insanı biriktirme tavrıyla özdeş kılınır şiir.
Şiddetle kargışlanan “kof benlik”, ne yazık ki kentin taşla konuşmayan yanıyla uzlaşır. Kentsel ilişkiler “Balkonları bir başlangıçtı göklere” (s.62) iyimserliğinde çakılıp kalmış, daha ileriye gidememiştir. Kente inen Abdal kısa sürede varmıştır bu yargıya. Belki de yatıya kalmadan, binlerce çiçeğin çağrısıyla yeniden kırlara vurmuştur kendini.
Bir dinginlik ustasıdır Ada. Öncelikle nitelikli bir sessizlik gereklidir ona. Yalın söze erişmenin ilk koşulu bu olsa gerektir; sessizlik içinde derinliğine inmek!.. Kavrayışlarını, algılarını, görünür anlam katmanlarından daha ötelere taşımak!.. İçsel yolculuğun duraklarında, ağaçlarla, denizlerle, rüzgârlarla uyumlu devinimsel dili çözmüş olmalıdır. Ki böyle bir dilden kaynaklanan dizeler, sonsuzlukla mayalandığı için yakın düşer bize:
“Ağacın sessizliği kök salar ovaya
Denizin dinginliği içinde yitirirsin kendini
Ne kadar uzun ne kadar güzel ne kadar yalın
Hiçbir şey tutamaz yerini
Yapraklardan karılmış rüzgârın sesini” (s:47)
Sözcükler Denizi’ndeki görsel zenginliğe ve ışık bolluğuna şaşırmamak elde değildir! Şair sık sık güven tazeleme gereksinimi duyduğunda, doğaya döner yüzünü. Hemen yakınında kımıl kımıldır dünya. Yaşamak her zaman üste çıkar albenili parıltısıyla. Onu adım adım izleyen Pars’ın çekiştirmelerine aldırmadan ölümle yüzleşir. Arayışların sonu gelmemiştir henüz:
“Çok işimiz var eşsiz olanı bulmak için
Başka bir yerde durmak için
Kamışların öbek öbek toplandığı
Bir göl kenarı olmayabilir
Durmak için o kırmızı noktada
Bir söz, bir imge, bağışlanan parıltı
Yeter “ (s:73)
Son iki dize, Sözcükler Denizi’ne açılmanın amacıyla örtüşür.
Sonuçta yabancısı değildir gideceği ortamın. Meydanı tanrılara bırakmadan,“Ölü annelere karışmış olmalıyım” (s:76) dediği doğurgan bir sıcaklık sarıp sarmalamaya hazırdır yalın oğlunu.
Bence “çok işimiz var” koşutluğunda çok nedenimiz var Sözcükler Denizi’nde birikenleri anlamak için!
(*) Sözcükler Denizi – Ahmet Ada, Şiirden/Diagraf Yayıncılık, 1.basım, Şubat 2009
Mühür Dergisi, Sayı : 26, Temmuz - Ağustos 2009