25 Şubat 2009 Çarşamba

TAŞA BAĞLARIM ZAMANI


“Bizim yüreğimiz göçük dönerken
Kentlerin varoşlarına. Sandallarını buluta
Bağlayan göçmen balıkçılara döndük.
Sonbahar kokan odalarına döndü
Kadınlar uzun yolculuklardan. Bu sefer
Uzun sürdü çapalamak şafağı.”
Sarıasma kuşu Gözne bağlarını dolandığında
Mersin uyuyan denizi uyandırmıştı.
“Hadi şimşeği verin bize” diyordu
Yaşlı bir adam gözlerini kısarak
Dağ yolunda değişmeler içindeyken taşlar.
“Akdeniz’de taşa bağlarım zamanı,
Çamlar gecenin çobanı” diyordu
En çılgınımız elinde ayçiçeği kalpağı.

Köpekler yakındı, hissediyorduk
Serçeler yorgunluğumuzun ikinci, üçüncü yoldaşı
Beraber döndük kentin yıkıntılarına
Kitaplarımızın yakıldığı
(O da başka bir ölümdü)
Ağır sessizlik ânları ayaklar altında
Ağır yükü onurun ağrılı sanrı.
Tabaklar bardaklar kaşık sesleri
Bütün zamanlar boyunca kulaklarımda.
Ne zamandı? Yemek yiyenler kimdi?
Ağlayanlar isli gök altında.

Sonunda denize baktık, öylesine incelikle,
Kimsenin farkında olmadığı denize

Hadi dedi bunları yaz, şimdi anlattıklarımı
Bu insanlar ne ister? Kendileri kanatsız
Kuşken. Hangi erinç doldurabilir
Kalan günlerini. Bize de kalmaz tek
Bir ağaç, tek bir kuş, tek bir rüzgâr.
Kürekler elimizdeyken açılalım denize,
Enginler bilge kaygılarımızın erinci.
Kim alıkoyabilir bizi? Bulabilseydik sevgiyi
İnsan yüzlerinde kucaklardık direkleri.
Eyvah! Geçen her ân bir buğu,
Kim karşılayabilir “başka bir ölümü?”


Ahmet Ada

23 Şubat 2009 Pazartesi

TAFLAN


Bir yaprak konuşur denizi dağ bayır
Vakitsiz rüzgârı kıyıda bırakarak
Deniz nar ağacına karşı oturmuş
Elmalar soyar, ‘buldum’ der ölümsüzlüğü

Boz taşların ötesinde orman
Yer değiştirir bulutlarla kuşlarla
Dipte söğüdün altında yalnız
Dolaşmakta annemin ruhu

Göğün üstünde
Ufak tefek güneşe gömülmüş
Çocukluğumun yanık teni, Akdeniz
Batık bir gemidir düşlerimde.
Ruhumun el yazısı zamansız,
Yiter gider yıldız giyimli

Taflanlar giyindim en güzeli oydu


AHMET ADA

Hayal dergisi, Ocak-Şubat-Mart 2009

22 Şubat 2009 Pazar

ŞİİR GERÇEKLİĞİ YENİDEN KURAR
AHMET ADA

Birkaç kez yazdım, yineleyerek yazayım: Şiiri toplumla, dünyayla birebir ilişkilendirmek yanıltıcı olur. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisi’nde, sanatsal değer ile toplumun gelişme düzeyi arasındaki farka vurgu yapar ve sonatın toplumun gelişme düzeyinden bağımsız olarak ‘yüce değerler’ üretebildiğini bildirir. Demek ki, genel olarak sanat, özel olarak şiir, küresel kapitalizmin en vahşi, en acımasız döneminde de, yüce değerler üretebilecek bir dizgedir.

Türkiye bağlamında kapitalizm, küresel kapitalizme bağlı olarak gelişirken, özellikle 1980’den sonra, kendi burjuva sınıfını da yaratmaya yöneldi; bunun bir sonucu olarak Bankacılık sermayesi yayıncılık, basın, televizyon, dağıtım tekeli vb. alanlara girdi, toplumu etkileyip yönlendirmeye başladı. Yaklaşık otuz yıllık süre içinde somut ve maddi hayat değiştirildi. İşçi sınıfı işsizleştirildi; kültür alanında magazin ve eğlence kültürü başat hâle geldi. Hayat, çok büyük ölçekte, verili hayata dönüştürülürken; özne-nesne ilişkisi kırıldı, işçi sınıfının yoğun emeği soyut emeğe, yabancılaşan insan da ‘şeyleşme’ karşısında korunmasız bırakıldı. Kapitalizm dolayımında ‘şeyleşme’den söz ederken teknobilim ve teknopazar olgusunu da, ‘şeyleşme’deki olumsuz etkilerini de unutmuş değilim. Yazınsal ürünlerin bu gelişmelerden etkilendiği söylenebilir.

Türkiye’de, 1980’den sonra burjuva sınıfının belirgin biçimde gelişmesi ile yazınsal tür olan romanın daha çok yazılır olması arasındaki ilişkiyi görebiliyorum. Roman, 1980’lerden bugüne hızla ivme kazandı. Çeşitli biçimsellikler, metinlerarasılık, düş, düşlem, bilinçakışı, mektup ve öteki türlerle ilişki, zamandışılık, zaman kaymaları, mekân olgusu, teknik yapı, kurgu vb açılardan zenginleşti. Şiir, öykü, giderek alandan çekildi.

Yayınevlerinin, dağıtımcıların, kitabevlerinin şiire daha az yer vermeleri, hiç şüphesiz, yalnız bize özgü değil, bütün dünyada durum böyle. Bunun bir nedeni, küresel kapitalizmin kendi tüketim kültürünü egemen kültür hâline getirmesi ise öteki nedeni (Türkiye gibi ülkülerde) burjuvazinin egemen konuma gelmesiyle yazınsal tür olarak romanın, müziğin, resmin, sinemanın öne çıkarılmasıdır. Gazetelerin kitap eklerinin, şiire ve öykü kitabı tanıtımlarına daha az yer vermeye başlamasından bunu anlayabiliriz.

Şiirin, giderek bir değer yitimine uğraması kapitalizmin ‘tüketim’ olgusuyla ilgilidir. Gerçekte, şiir, şiir olarak kendi değerini koruyor. Şairin toplumsal olana ilgisi azalsa da bu böyle. Sahih ve has şiir yazılmaya devam ediyor. Ortaya büyük şiirler çıkması da… Bir de, yakın zamanda, İlhan Berk gibi, Fazıl Hüsnü Dağlarca gibi öncüleri yitirmesine rağmen şiir direniyor.

Kapitalizmin küresel krizi, en çok küresel kapitalizme bağımlı bizim gibi ülkeleri vuruyor. Fabrikalar kapanıyor, işsizlik artıyor. Entelektüel birikime dayanan modern şiir, toplumsal gelişmelerin insandan yana olmayışı nedeniyle, sorunların gerçekliğini yansıtmayı değil, gerçeklik duygusu yaratmayı seçiyor. Sorunların gerçekliğini şiire dahil etmeyerek, şiir yapısal olarak kendini koruyor.
Çünkü şiir gerçekliğin kendini değil, öznenin dünya görüşsel optiğinden geçen imgesel gerçekliği yapılandırıyor. Bu da yazınsal bir muhalefettir. Verili olan somut ve maddi hayatı şiire doğrudan dahil etmeyen şair, bu hayata karşı, dolayımlı olarak muhalif kimliğini dile getiriyor.

Şiirle somut maddi hayat arasında, ‘yansıtma’ bağlamında bir bağ olduğunu düşünmek yanıltıcıdır. Şiir, dil olarak, doğal dilden koparak kendi dolayımını yaratmıştır. Dolayısıyla, doğrudan değil, dolayımlı bir bağ vardır. O bağ yazınsallık içinden dile gelir.

Hayat ile dış gerçeklik, şiire doğrudan değil, dolayımlı olarak girer. Şair, tarihsel ve sınıfsal bilinciyle, hayata ve dış gerçekliğe ‘müdahale’ eder ve hayatı ve dış gerçekliği dönüştürür. Şiirin ilettiği estetiksel bildirişim nesnel bağlılaşıkla, o da şiirin derin yapısından okunabilir. Şiirin dünyaya yaydığı ve okurun kültürel donanımıyla algıladığı şey, gerçekliğin yeniden yaratılmış hâlidir.

Türkiye’de modern şiir, şiir dışı nedenlerle geri çekiliyor. Bir anlamda, yapısallığını, yüceliğini böyle koruyor. Bugün için bir şiir krizi söz konusu değil. Verilmiş hayatı şiire dahil etmeyen, öznenin yaşantı ve bilinç içeriğini öne çıkaran bir şiir konuşuluyor. Genç şairin toplumsal ilgileri yok gibi, o yüzden içsel deneyimlerini yazıyor. Çok çeşitli şiir anlayışları yan yana, bir arada bulunabiliyor. Retorik yıkıcısı şiirden avangard şiire, gerçekliği şiire dahil etmeyen şiirden, gerçekliği, üstgerçekliği, düşleri, düşlemleri, bilinçaltını şiire dahil eden şiire kadar çeşitli anlayışlar yer bulabiliyor dergilerde. Şair kadınlar ile etnik kökeni farklı şairlerin farklı biçemleri, hem zenginliği, hem de değişimi gösteriyor.

Olguların, nesnelerin, dış gerçekliğin gözden yitmesi, yazılan şiirin hayattan uzaklaştığı yanılgısını doğurmuş olabilir. Oysa, hayatla şiir arasında birebir ilişki olduğunu öne süren kaba Marxçı poetika çoktan aşıldı. Şiirdeki nesneler, nesnelerin kendi değil (elma, elma değil, masa, masa değil), şairin imgeleminden sözcüklere, oradan imgeler hâlinde yeniden yaratılan, doğrudan değil dolayımlı olarak şiire giren şeylerdir artık. Şiirin nesnesi şiire ait nesnedir kısaca. Kapitalizmin verili hâle dönüştürdüğü nesnelerin, dış dünyanın, hayatın doğrudan şiire girdiğini düşünürsek, olan şiire olur; şiir, verili olanı (dolayısıyla burjuvazinin ideolojisini) yansıtır sadece; hayatın birebir yansıtılmış olması şiiri şiir yapmaz. Çünkü, şiir diye hayata öykünen karakuşî bir şey çıkar ortaya.

Şiir için, geldi entelektüel bilgi birikimine dayandı, diyebiliriz. Bunları çoğaltabiliriz de…Şiir geldi, dilsel ve yapısal sıkıdüzene dayandı. Şiir geldi, görünmezi gören özelliğe dayandı. Şiir geldi, hayatı yansıtmaya değil, anlamlandırmaya dayandı. Rimbaud’dan beri, şiir geldi, duyuların karıştırılmasına, düzensizleştirilmesine dayandı. Şiir geldi, yaşantıdan deneyimlenen tinselliğe dayandı. Şiir geldi, sözdiziminin düzensizleştirilip sözün kekemeleştirilmesini dayandı. Şiir geldi, görsellikten ve ‘somut’ olandan kaynaklanan malzemeyle ilişkiyi öne alan anlayışa dayandı. Şiir, kendine özgü muhalefeti, somut ve maddi hayatı şiire doğrudan dahil etmeyerek yapar hâle geldi. Şiir, içine doğduğu modernleşmenin şiiri gözden çıkardığı noktaya geldi. Şiir geldi, içsel yaşantının deneyimlerinin dile getirildiği yazınsallığa dayandı, diyebiliriz. İnsanî değerlerin yitime uğraması, toplumsal /siyasal ilgilerin azalması, şiire ilgiyi azaltmış olabilir. Şiir, insanın bütünselliğiyle varolur çünkü.

Demek oluyor ki, modern toplumun bütün nesneleri metalaştırdığı bir dönemde şiir, hem yeni deneysellikler hem de şeylerin gözden yitimi içinde olabiliyor.

21 Şubat 2009 Cumartesi

Ahmet Ada
Poet (b. 20 May 1947, Ceyhan %2F Adana). He attended primary and secondary school in Ceyhan (1962). He had to quit the Ceyhan High School and began to work, as his father's business collapsed. He settled in Kayseri in 1971. After working for the Ceyhan Branch of the State Water Works (1967-69), for the Carpenters Consumption Cooperative (1971-87) and for an automobile trading company (1989-93), he took his pension off. A member of the Writers Syndicate of Turkey, Ada moved to Mersin in 2002. His first poem "Tabuttur Kitaplar" (Books are Coffins) and his first essay, which was an analysis on the poems of Hilmi Yavuz (Hilmi'nin Çocukluğu - Hilmi's Childhood), were published in the review Soyut in 1966. He published his poems and articles in reviews such as Yeni Dergi, Papirüs, Varlık, Gösteri, Adam Sanat, Milliyet Sanat, Islık, Yaratım, Kitap-lık, Le Poète Travaille, Yom, Heves, Şiir-lik, Eski, Agora, Ünlem, Dize, Ada, Geceyazısı, Cumhuriyet Kitap and Radikal Kitap. Some of his poems were translated into German, French and English. He shared the Akademi Bookstore Achievement Award of Poetry with Adnan Azar and A. Cengizkan for his book titled Gün Doğsun Gül Üstüne (Let the Sun Set on Rose). He earned the Ceyhun Atuf Kansu Poerty Award with his poem titled Aşk Her Yerde (Love is Everywhere) in 1991, the Yunus Nadi Poetry Award in 1993 with his poem titled Vakit Yok Hüzünlenmeye (No Time for Melancholy), the E Dergisi Award for Studies on Poetry in 1999 with his study titled Onlar İçin Minibüs Şarkısı Üzerine Gözlemler (Observations on the Minibus Song for Them). His articles on the problems of poetry drew great attention. His investigative aspect was revealed especially after he wrote critical and analytical essays on the Second New movement in poetry. Moreover, with his poems, he was assessed and stood out within the poetry of 1980's. He wrote lyric and well-bred poems which were based on realist approaches and implied surrealism, as well. With his recent poems, he has opened himself a new era, in which he provided a philosophical depth to modern world conception with the emphasis on form in modern poetry. He moved towards a polyphonic poetry, dealing with subjects like immigration and war from a humanistic perspective in his long and epic poems. WORKS (Poetry): Gün Doğsun Gül Üstüne (Let the Sun Set on Roses, 1980), Acıyla Akran (Peer with Agony, 1983), Yaz Kırlangıcı Olsam (I Wish I were a Summer's Swallow, 1985), Aşk Her Yerde (Love is Everywhere, 1990), Vakit Yok Hüzünlenmeye (No Time for Melancholy 1992), Günyenisi Lirikler (The Lyrics of New Days, 1992), Yitik Anka (The Lost Griffin, published with his first three books, 1993), Taş Plak Gazelleri (Odes on Stone Record, 1995), Küçük Bir Anmalık (A Little Souvenir, 1996), Begonyalı Pencere (A Window with Begonias, 1998), Denize Atılan Çiçek (A Flower Thrown to the Sea, 1999), Gökyüzünün Fıskiyesi (Water-pipe of the Sky, 2003), Denizin Uykusu Üstümde (The Sleep of the Sea is on Me, 2004). RESEARCH: Şiir Okuma Durakları (Poetry Reading Stations, 2005).

17 Şubat 2009 Salı

Şiir Tekniği ve Estetik

Ahmet Ada

Şiirde tekniği kurcalamaya başlarken ilk akla gelen soru hangi şiirin tekniğidir? Klasik şiir ile modern şiirin örgütleniş teknikleri çok farklıdır. Klasik şiirde ölçü, uyak, belli biçimsellikler (Sone, Gazel gibi), ses ve ritim öne çıkarken, modern şiir farklı teknik özelliklerle örgütlenir ve bir ‘yapı’ kurar. Dilsel bağdaştırmalar, şiiri dikey ve yatay .olarak kurmalar, tamlamalar, dilsel sapmalar, uzak çağrışımlar, imge, sözcüğün bir ses, bir kavram olarak değeri, sözcüğün seslerinin (ünlülerin, ünsüzlerin) bir eşgüdüm içinde olması, dizenin yitmesi ya da bütün yapıya yayılması (artlama tekniği) modern şiirin yapıya giden olmazsa olmazlarıdır.
Şiirde tekniği şöyle tanımlayabiliriz: Şiiri şiir yapan öğelerin tümü. Şiiri şiir yapan öğelerin ‘şiir olma’ sürecinde uygulama ya da uygulayım. Şiirin sanatkârlığı, oluşturulması yöntemi. Modern şiir gerçekliklerin ve üstgerçekliklerin verileriyle, şiire ait öğelerin (sözcük, sözcük ilintileri, ritim, anlam vb.) eşgüdüm içinde şiirsel yapıya yönelmesi teknik bir işlemle açıklanamaz. Çünkü şiir bazen doğaçlama olarak kurulur. Dilin ses ve anlam boyutu bazen doğaçlama olarak eşgüdüm içine girebilir. Bazen de şiir, şiirin malzemeleri bir araya getirilerek ve önceden tasarlanarak yazılır ya da yapılır. Öyle veya böyle, şiirde teknik yine şiirin kendinden çıkar.
‘Şiirin bilgisi’, ‘şiir yetisi’ elbette şiirin tekniğiyle ilişkilidir ve şiirin oluşumunda etkindirler. ‘Bir Şiirin Oluşumu’ başlıklı yazısında Stephen Spender şunları söylüyor: “Belki de belleğin şiir yetisinin ta kendisi olduğunu söylemek yanlış olmaz; çünkü imgelem belleğin çalışmasından başka bir şey değildir. Daha önceden bilmediğimiz hiçbir şeyi imgeleyemeyiz. İmgelem gücümüz, bir zamanlar yaşadığımız bir şeyi anımsama ve başka bir duruma uygulayabilme yetisidir. Bu yüzden, en büyük şairler, bellekleri en güçlü yaşantılarından, kendi benlikleri dışındaki en ince insan ve nesne gözlemlerine dek uzanabilecek ölçüde gelişmiş olan kişilerdir.” Şiir bilgisi, daha önce şiire ait edindiğimiz bilgidir. Şiir yetisi, şiir yazmaya yatkın olup olmadığımızın göstergesi, ölçütüdür. Bütün bunlar, belleğin çalışması sonucu daha önceden deneyimlediğimiz verileri yaratıcı imgelemden geçirerek sözcüklere, sözcük ilintilerine ve bağdaştırmalarına dökülmesine, şiirin teknik bilgiyle yazılmasına yol açar. İmgenin, ritmin, benzetmenin, değişmecenin, eğretilemenin, tevriyenin bilgisi, şiir oluşturma sürecinde donmuş bilgiler olmaktan çıkıp sürece katılırlar, şiirin kurucu öğeleri olurlar.
Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın birkaç sözcük verilirse şiir üretebilmesi yalnızca yeteneğiin işi değildir. Geleneksel şiir modern şiir algılarının bir teknik yordama dönüşmesi de şiir üretebilmesinin nedenlerindendir. Ölçülü (aruz, hece), uyaklı şiirden, serbest şiirin olanaklarına açılan Dağlarca şiirin ses kıvraklığına bu teknik birikimle ulaşmıştır. Behçet Necatigil, “Şiirde biçim, gerekli parçaların yerli yerine konmasıdır” der. Yerinde kullanılan sözcükler, anlatımın biçimini, sesi düzenler. Yalnızca ses olgusu ile yetinilmez, sözcüklerin yerli yerinde kullanılmasıyla içeriğin biçimi de düzenlenmiş olur. Böylece anlamların dünyası oluşur. Ses ve anlam birimleri şiiri şiir yapan iki öğedir. Bu yapımda teknik beceri ne kadardır? Bilinemez.
Şiirin atölyesi içinde tekniğin yeri önemlidir. Mehmet Rifat Gösterge Avcıları’nda Necatigil için şunları yazıyor: “Behçet Necatigil şiirin atölyesini son derece önemseyen bir şair. Şiire yönelik hemen her gözlem ve saptamasında, bir şiir çalışmasının süreçlerini, düzenini vurguluyor. Behçet Necatigil, bir bakıma kendi şiirine bakarak , genel olarak şiirini şiir yapan özellikleri okuyor, bunları okuruna da yansıtıyor. Sürekli olarak bir düzenleme, yapı kurma, dokuma, birimler arası ilişkiler kurma, anlam çokluğu yaratma, vb’nden söz ediyor.” Behçet Necatigil’in Bile/Yazdı adlı poetik denemeleri, modern şiirin teknik bilgisi ile ‘şiir eğitimini’ içeren yazılardan oluşur.
Öte yandan, şiiri anlamlı kılan bağlamıdır. En geniş anlamıyla bağlam (İng. Context) şiir tümcelerinde anlamın bir bağlam içinde belirmesidir. İmge ve eğretilemeleri, tarihsel, toplumsal, hatta günübirlik bir olguya, nesneye gönderen şiir, bir bağlama gönderen şiirdir ve anlamlıdır.
Şairin bilinçli olarak Türkçe köklerine yapım ekleri getirerek türettiği sözcükler, sözcüksel ve dilbilgisel sapmalar şiiri zenginleştiren, çok katmanlı anlam öbekleri oluşturan teknik girdilerdir. Bazen de dilin sözdiziminde gerçekleştirilen değişiklikler yol açar zenginleşmeye.. Bu da şiir dilinin olanaklar gömüsü olduğunu gösterir.
Türkiye’de modern şiirin kullanmadığı bazı olanakları, roman ve öykünün kullanması anlatımı zenginleştiriyor. Oysa şiirimiz yeni anlatım biçimlerini yeğlemeyen şairlerin elinde tıknefes kalıyor. 2000’lerde yazılan şiirin köktenci atılımlardan yoksunluğu şairlerin anlatım biçimlerine ve tekniklere çekinceli davranmalarıyla ilgilidir. Oysa şair, şiir dilini ‘iç monolog’, ‘bilinçakışı’ gibi tekniklere başvurarak anlatımı güçlendirebilir. Şiiri yazınsal yeniliklere açılabilir. Çünkü yaratıcı imgelem yaşantı içeriğiyle beslendiği kadar, gerçekliklerle, üstgerçekliklerle, hayallerle ve düşlerle de beslenir. Böylece şiirsel yapı derinlik ve çok katmanlılık kazanır. Zaman ve mekân kaymalarını devreye sokan bir teknik, şaire tarihsel karşılaştırmalar olanağı sağlar. Ama bizde (Batıda da) lirik şiir ‘Ben’ üzerine kurulduğu için, daha çok bireyin kıyı bucak keşfine yol açmıştır.
Burada Nâzım Hikmet’in modern şiirin tekniğine katkılarını anmalıyım: Erken şair sezgisiyle olsa gerek, Anadolu ve Rusya’da gördüklerini, aruz ve hecenin anlatım olanaklarıyla veremeyeceği düşüncesi, onu başka türlü anlatım biçimlerine yöneltir. Açların Gözbebekleri’nden Saman Sarısı’na dek geçen zaman içinde, teknik olarak değişik şiirlere imza atan Nâzım Hikmet, aynı zamanda modern şiirin de öncüsü olur. Teknik olarak sesçil şiirden, fütüristlerden yararlanan Nâzım Hikmet bu arayışlarını ölümüne dek sürdürür. Öyle ki, basım tekniklerinden de avant-garde denemelerden de yararlanır.

* * *

Estetik : Duyusal faaliyetlerimizin güzelle ilgili kısmını inceleyen sanat ve güzellik felsefesi. Şiir estetiği, yapının, kurgunun, ses ve anlamın bir orkestrasyon içinde bulunması; bundan haz alması hâli. Modern şiiri bütün öğeleriyle bir bütün olarak düşündüğümüzde, ‘yapı’ bütünlüğüne ya da yetkinliğine estetik denir, şiir estetiği. Estetik kavramı geniştir, güzellik bilimi olarak algılanır. Sanatın her alanında estetik değerden söz edilebilir. Şiir estetiği, şair-şiir-okur üçgeninde belirlenir; o da güzellik kavramının farklı algılanışıyla değişir. Şairin-okurun güzellik donanımıyla ilgilidir.
Şiir için çok şey söylenmiştir : Onun simgeler, ritimli söz ve seslerden oluştuğu, sözcüklerin sözcüklerle dikey ve yatay olarak örgütlendiği, yüzey ve derin yapının eşgüdümü ile iletişim bildirişim işlevinin gerçekleştiği estetik bir yapıdır, denilebilir. Estetik, şiir için bir ulam değil, başlı başına şiirin amacıdır. Estetiksel olmayan, kusurlu olan şiir de olabilir. Bir söz sanatı olan şiir, yetkin bir ‘yapı’ içinde ‘iyi şiir’ olabilir. Sıkı şiir kusursuz yapısı olan şiirdir. Dolayısıyla estetiksel olarak örgütlenmiş bir ‘yapı’ sanatıdır şiir.
Estetik değer ya da duygu, alımlayıcının şiir beğenisine göre değişir. Şair, yaptığı işi iyi yapmalı, şiiri en yüksek estetiksel değer olarak örgütleyebilmelidir. Hem kendi döneminin kanonunu, hem de gelecek dönemlerin kanonunu oluşturabilmelidir.
‘Estetik (Sanat Felsefesi)’ başlıklı yazısında Mustafa Ergün, temel değeri güzellik olan estetiği felsefi açıdan incelerken Kant’ın, Shiller’in, Wittengenstein’ın estetik kavramına “yüce, trajik, komik, zarif, ilginç, çocuksu (naif), soylu, çekici ve hatta çirkinli(ği) bile” estetiğin alanı içinde değerlendirdiklerini belirtir. Modern şiir bağlamında da estetik şiirin temel kavramıdır. Kimi zaman şiirin yetkinliğinde görülür, kimi zamansa sezilir bir olgudur. Fenomenolojik yaklaşımlar estetiği nesnede, bizim konumuz bakımından şiirde de şiirin kendinde görür estetiği.
Hegel’den beri “sanat güzelliği” doğanın güzelliğinden farklı ve daha güzeldir. Şiir, insanî etkinliğin damıtılmış, fazlalıkları arındırılmış söz sanatıdır. Şairin tinselliği şiirin bütününden okunur. Yazınsal sanatlarla donatılmış şiir, aynı zamanda, şairin tinselliğinin yaratıcılığıyla oluşur. Şairin ufku, hayal gücü şiirinden okunabilir. Hiç kuşkusuz, şairin biçemi şairin ufkunu ve hayal gücünü ortaya koyar. Mustafa Ergün’e başvuralım: “Sanat, insanın iç dünyasının eseridir ve büyük ölçüde bireyseldir. Ama bütün diğer insanların iç dünyasına da hitap ettiği için kısa sürede toplumsallaşmaktadır.” Mustafa Ergün’ün sanat için söyledikleri şiir içinde geçerlidir.
Bir şiirin güzel bulunması estetiksel bir yargıdır. Kötü bulunması da estetiksel bir yargıdır. Bu yargılar nasıl ortaya çıkar? “O insanların duyarlık, zihin ve hayal güçlerinin özgür ve uyumlu bir oyunu içinde ortaya çıkar.” O insanların, okurun diyelim, o şiirden haz almaları ya da almamalarıyla ilgilidir. Haz alıp almama da bütünüyle bireyseldir; beğeniye bağlıdır.
Şiirin estetiği derken değişen bir şeyden söz etmiş olurum. Estetiğin temel kavramının güzellik olduğunu söylemek bile fazla. Güzellik kavramı da her çağda, her yüzyılda farklı farklıdır. İnsanın kültürel donanımına göre değişir. Örneğin, Garip şiirinin beğenisiyle yetişmiş bir okur, İkinci Yeni şiirini estetiksel bulmayabilir. İnsandan insana değişir güzellik değeri. Şair için güzelliğin kaynağı dış dünya değil, kendi iç dünyasıdır. Orada dış dünya değişime uğramıştır. İşin içine hayalleri, düşleri katılmış, estetik nesne (şiir) hâline dönüşmüştür. Mustafa Ergün’ü izleyerek söyleyelim: “ Ancak güzellik üretim ilişkileri içinde oluşan toplumsal bir değerdir.” Üretici güçler ile üretici olmayan güçlerin güzellik anlayışı farklıdır. Güzelliğin kendi içindeki düzenliliğini uyum (harmoni) sağlar. Şiir için bütün öğelerinin uyumlu birliği esastır.
Şiir bana göre elbette güzelliktir; güzel olan da şairin özgürlüğüdür.
Sözcüklerin Gücü

Ahmet Ada


Şiirsel imgenin sözcükler arası ilişki üzerinden kuruluşu,
her şiirde sözcüğe bakir bir kullanım olanağı sağlar.
Celâl Soycan


Modern şiir sözcüğe değer yükleme konusunda son derece önemli bir sınav verir. Aslında, Doğu kültüründe olsun, Batının dinsel kültüründe olsun, sözün değeri öne çıkar. Aziz Yohanna İncil’inde, “Başlangıçta sadece söz vardı” denir. Doğu kültüründe de, varlığı ve dünyayı anlama sözcüklerle başlar.

‘Poesia’ sözcüğünün Gerekçede anlamı ‘evreni yaratma’dır. Bir sözcük kuyumcusu olan şair de, varlığı, dünyayı ve evreni imgeleminde yeniden kurarken sözcüklere, imgelere başvurur. Sözcükler şiirin temel birimidir. Şiir onsuz yazılamaz.

Şiirin kaynaklarına ya da köklerine baktığımız zaman Taş Devri’nden başlayıp bugüne türkü biçiminde taşındığını söylemek mümkün. İnsanın etkinliklerinde ritimli söz söyleme, dans, türkü hep vardır. Tarlada toprağı çapalarken, denizde balık tutarken, yapılan herhangi işte, uyumlu-ritimli sözler söylerken, insan, sözcüğü müziksel olarak örgütleyen bir konumdadır. Sözün kişiselliği de, toplumsallığı da iş türkülerinde gözlenir. Hasat mevsiminde de, oyunlarda da, çeşitli ritüellerde de, şarkıda büyüde de ritimli sözler kullanılmıştır. Şiirin logos halidir bu; sözel dönem. Yazılı kültüre geçiş, şiirin sözcüklerle oluşturulduğu döneme denk düşer.

İlksel şiirlerde, insanın doğayla bütünlüğü gözlenir. Hayat-şiir bütünlüğü, şiiri hayatın kendisi kılar. İsmail Mert Başat, “Şiirin Köklerine Yolculuk” başlıklı yazısında, ilksel topluluklardaki şiir için, “Yaşam latif, uysal, rahvan ve “şiirsel” değildi; zor, acımasız, ama büyülüydü. Tüm tonlamaları içindeki yaşam doğadaki tüm şeylerle bütünlük içinde, şiirin kendisiydi” diyor. İsmail Mert Başat şiirin köklerini şöyle saptıyor: “Şiirin kökleri duygularla düşüncenin, ân ile belleğin, ‘tin’ ile bedenin, gerçekliklerle düşlemsel olanın hem kendi, hem de özne-nesne ilişkilerinin diyalektiğini içeren tümlüğündedir.” ( Akatalpa, Ocak 2009, Sayı: 109, Şubat 2009, Sayı : 110). Burada, dikkati çeken nokta, doğa, nesne ile insan arasındaki bütünlüğün kopmaya uğramamış olmasıdır. Her şeyin varlığa doğru akmasıdır.

Sözcükler, modern şiirde, anlam sınırlarını genişleterek, varlığa doğru akan şeyleri, fizik ve metafizik olarak bir doluluğa dönüştürürler.

Klasik şiir ile modern şiirin sözcüğe verdiği değer farklıdır. Klasik şiirde sözcükler nesnelerin sadece sessel ve anlamsal karşılıkları olarak kullanılırken; modern şiirde sözcükler ile nesneleri arasına mesafe konularak kullanılır. Boşluklar, sessizlikler, çağrışımlar vardır ve bazen salt sessel tonlamalar yaratmak için kullanılır. O yüzden Salah Birsel, “Deniz, masa, yatak sözcükleri, denizin, masanın, yatağın kendisi değildir” der. Modern şiir, sözcüğün işaret ettiği karşılığını aşarak anlamlandırmalara yönelir. Şiir içinde sözcük, çağrışım, duygu, düşünce, duyarlık değeri kazanır. Çok söylenen “şiir sözcüklerle yazılır” sözünün anlamı budur. Cemal Süreya’nın sözleriyle, “Şiirde dil hem araçtır, hem de ortamdır. Şiirin, bir yerde, gövdesi gibidir.” (1) Seçilen sözcükler rastgele seçilmezler. Sözcükler, öteki sözcüklerle buluştuklarında imgeye yol alırlar. Sözcük ‘dekoratif’ olmaktan kurtulur. Şair, sözcükleri rastgele değil, eşdeğerlik ilkesine göre seçer. Terry Eagleton’a başvuralım : “Gelgelelim, şiirde “eşdeğerliklere” kelimeleri seçerken olduğu gibi onları birleştirme sürecinde de dikkat ederiz: Semantik, ritmik, fonetik olarak ya da başka bir şekilde eşdeğer olan kelimeleri yan yana getiririz. Jakobson ünlü tanımını bu sayede yapabilmiştir: “Şiirsel işlev, eşdeğerlik ilkesini, seçme ekseninden birleştirme eksenine yansıtır.” (2) Şiir ya da şiirin gövdesi olan şiir dili birleştirme ekseninde açığa çıkar. Bu süreçte dil gündelik dilden kopar; ama asıl ayırt edici özellik şiirin de özü olan yazınsallığa ulaşılır. Yazınsallığa ulaşamayan şiirsel dil, değil şiirin gövdesi (yapısı) olmak, şiir olamaz. Julia Kristeva, yazınsallığı “çokanlamlılık”, “çokseslilik” niteliğiyle açıklar: “Çokanlamlılık göstergebilimsel bir çokdeğerliliğin farklı göstergebilimsel dizgelere aitliğin bir sonucu olarak ortaya çıkar” der (3). Görüldüğü gibi yazınsallığı metinlerarasına bağlar. Oysa, her şiir metinlerarası bir gösterge dizgesi değildir. Yaratıcı imgelemin sözcük, sözcük ilintileri, sözdizimi, imge, şiir tümcesi, ses ve anlam, ritim olarak bütünlediği, eşgüdüm içinde olan bir ‘yapıdır’ şiir.

Modern şiir sözcüğe özerk bir değer katar. Sözcük gündelik dilde işaret ettiği anlamlardan koparak başka anlam alanlarına açılır. Böylece, sözcüğün bildirişim dilinden kopması sağlanır. Sözcüğün arkaik, tarihsel göndermeleri de kopuşu hızlandırır; çağrışım gücü öne çıkar.

Cemal Süreya, “Çağdaş şiir geldi kelimeye dayandı” derken sözcükler arası kurulan “şiirsel yük”e dikkati çekiyordu. “Kelimeler bizde de yerlerinden yarı yarıya koparılıyor, anlamlarından ufak tefek saptırılıyor, yeni yükler yükleniyor kelimelere” diyordu. Roman Jakopson, Rus Biçimbilimcilerinin, 1915-1930 yılları arasındaki Opayaz’daki şiir dili araştırmaların anarken, “gerçekte, şiir dilinde gösteren ve gösterilen arasında olduğu kadar gösterge ile kavram arasındaki bağıntıda da temel bir değişim söz konusudur” diyordu.

Dilbilim açısından sözcük neyi ifade ediyor? “Bir ya da birden çok sesbiriminin oluşturduğu, yazıda iki boşluk arasında yer alan, çoğu kez anlamsal bir birim oluşturan, söylemde belli bir biçimsel birlik sunan, çeşitli dizimsel kullanımlarında biçimce ya hiç değişmeyen ya da – bükünlerde olduğu gibi – bir bölümüyle değişim gösteren eklemli ses ya da sesler öbeği.” (4) Bu tanım, sözcüğün doğal dil, düzyazı dili için geçerli. Şiir dili ve söylemi içinde sözcük işaret ettiği nesnenin karşılığı olarak değil, kendi olarak duyumsanır. Kendi değerini, imge kurucu özelliğini yüklenir. Şair, ister klasik şiir yazsın, isterse modern şiir, sözcüğün tarihini, çağrışımsallığını, yan anlamını, eskil (arkaik) değerini gözeterek kullanır. Kanto XVIII’den bir dörtlükle örneklendirelim :

Küçük sokaklar ve bahçe duvarları üstünde
Öyledir kılıçtan mavi iner yağmur
Birdenbire gökyüzünün tufandır rengi
Tufan rengine çalan gökyüzü için deniz (5)

Burada, şiirsel söylem içinde ‘kılıç’, ‘mavi’, ‘yağmur’ sözcükleri, sözlük karşılığından çıkarak yağmuru niteleyen çağrışımsal bir değer kazanırlar. Sözcükler, okurun imgeleminde dolayım kazanarak gidimli dilde olmayan bir işlevsellik yüklenirler. Bir araya gelişleri sözcüklere imge kurucu işlev yükler.

Modern şiirde, şiire giren her sözcük özgürleşme sürecine de girmiş olur. O zaman, şiire girmeyen sözcüğü de çağırmaktadır. Örneğin masa sözcüğü ağacı, ormanı çağırmaktadır. Nesne-sözcük özdeşliğinin ortadan kalkması, sözcüğün bağlantılarından kopması, başka sözcüklerle girdiği imgesel yapıyı özerk ve özgün kılar. Bu durumu İsmail mert Başat şöyle ifade eder : “Sözcüklerin nesnelere bağımlılığının kırılışı, modernitenin kuruluş ve kurumlaşmasıyla iç-içelik taşımıştır. Sözcüklerdeki özgürleşme, nesneleri çoğaltmış, ya da değiştirmiş değildir elbette. Ama sözcükler somut, anlatılabilir nesnelerden uzaklaşıp – özgür kaldıkça çoğalmışlardır. Sözcük ile nesnenin arasına bir mesafenin girmesi, hem bir perspektif kavramsallığını, hem de mesafeyi dolduracak eleştirel bakış, sorgulama ve yeni yeni anlamlandırma olanağı getirmiştir. Böylece sözcükler yalnızca nesne ve olguların konumlarını ve topografyalarını, duygulanımların dışa vurumlarını değil, şey’lerin ve ilişkilerinin iç devinimlerini, farklılaşan algılamaları, tahayyül ve tasarımları, ütopyalara açılan bir çevrende ifade edebilme yetisine ve zenginliğine açılmışlardır.” (6) Modern şiirde sözcük, böylece, varlığı, doğayı yeni yeni anlamlandırma olanağına kavuşmuştur. Başka bir söyleyişle, şiirsel söylemin kurucu öğesi olarak sözcüğün kabuğunu kaldırmakla öteki sözcüklerle girdiği ilişkilerin ve imgenin yaratıcı gücünü görmek mümkün olmuştur. Sözcük, sözlüksel anlamının dışında, hem kendini hem de öteki sözcüğü çoğaltmıştır. Böylece, mimesisten kurtulmuş, şairin kurduğu, biçimlendirdiği bir evren yaratılabilmiştir.

Şiirsel söylemde sözcük, boşluklar, sessizlikler oluşturabildiği gibi nesnesiyle ilişkisinde yeni anlamlar yüklenir. Sözcük, bir şeyi işaret etmekten kurtulur, öteki sözcüklerle girdiği ilişkide alışılmadık bağdaştırmaların yarattığı açılımlara yol alır. Roman Jakobson’un çok bilinen sözlerini aktarayım: “Şiirsellikte sözcük, adlandırılan nesnenin basit bir vekili ya da coşku patlaması olarak değil, fakat sözcük olarak duyumsanır. Şiirsellikte, sözcükler ve sözdizimi, anlamlandırma, iç ve dış yapılanma gerçekliğin kayıtsız (ilgisiz) göstergeleri değildirler, ama kendi ağırlıklarına ve kendi değerlerine sahiptirler. (İzleksel düşünce bağlamında.) “ (7) Jakobson, “izleksel düşünce bağlamında” kaydı düştüğüne göre, sözcüklerin şiirsel söylemdeki konumunda da bildirişim işlevinin olduğunu düşünmektedir.

Bir kurgu olan şiirin bildirişim işlevi, sözcüklerin öteki sözcüklerle girdiği ilişkiyle doğduğu bilinmekle birlikte, sözcüklerin sessel, anlamsal, tarihsel, çağrışımsal boyut kazanması da sözdizimsel bağlamda ortaya çıkar. Burada, şiirin, sözcüklerle örgütlenmiş bir ‘yapı’ olduğu unutulmadan şu söylenebilir: Sözcük, asıl olarak dize, sözdizimi, şiirsel söylem içinde bir yapının birimi olurken kendi değerini kazanır. ‘Yapı’ kavramı şiirin asıl kavramıdır. Yapıya ulaşamayan ‘yığma’ içinde sözcük kendi değerini kazanamadığı gibi şiiri de yapılandıramaz; anlam-yapı birliğini kuramaz.

Çağdaş şiir, kendi değerini kazanmış sözcüğün de içinde bulunduğu imgeye dayanır. İmge-tümce, “düşle gerçek, nesne ile söz, bilgi ile büyü, dünya görüşü ile şiirsel dünya arasında” anlam-yapı birliği kuran köprüdür. Çağdaş şiirde sözcüğün bağıntısı kırıldığı için kendi değeri ortaya çıkar.




1 Cemal Süreya, Şiirin Birimi Sözcüklerdir, Yusufçuk, Mayıs 1979, Sayı : 5
2 Terry Eagleton, Edebiyat Kuramı, s.128, Ayrıntı Yayınları, 2004
3 Kubilay Aktulum, Metinlerarası İlişkiler, s.42, Öteki Yayınevi, Şubat 1999
4 Berke Vardar, Açıklamalı Dilbilim Terimleri Sözlüğü, s.19, ABC Kitabevi, 1998
5 Ahmet Ada, Yeni Kantolar, s.32, Şiirden Yayınları, 2007
6 İsmail Mert Başat, Gökyüzünden Başka Sınar Yok, s.207, Kırmızı Yayınları, 2008
7 Roman Jakobson, Sekiz Yazı, Düzlem Yayınları, 1990 (Bir dip not : Jakobson’dan
alıntıda, “Şiirsellikte…” diye çevrilmiş. Modern şiirin dilinde ya da şiirsel söylemde
sözcüğün değeri açığa çıkar.

11 Şubat 2009 Çarşamba

Paul Eluard
ŞİİR DİLİ

AHMET ADA

Deleuze/Guattari ikilisinin sözleriyle, şiir “dilin içindeki yabancı dildir”. Bu söz modern şiirin dili için söylenmiştir. Klasik şiirin dili için – metaforlar içerdiği halde – dilin içindeki yabancı dildir, diyemeyiz. Klasik şiirin dili, kurguda, sözdiziminde konuşma dilinden (doğal dilden) ayrılır, farklılaşır. Modern şiirin dili hem konuşma dilinden (doğal dilden) kaynaklanır, hem de ondan kopar. ”Dilin içindeki yabancı dildir”. Modern şiiri ‘dilsel bir olgu’ olarak nitelemek bu yüzden doğrudur.

Konuşma dilinden farklı bu dili ‘üstdil’ olarak nitelemek de yanlıştır. Konuşma dilinden farklı oluşu ‘üstdil’ olarak nitelendirilmesini gerektirmez. Üstdil şiiri ait bir terim değil, Dilbilimin bir terimidir. Açıklamalı Dilbilim Terimleri Sözlüğü’nde Berke Vardar Üstdil’i “Doğal dili ya da konudili inceleyip betimlemek için oluşturulmuş araç dil; dili anlatan dil” olarak tanımlar ve devam eder: “Doğal dilin göndergeleri, dil dışı gerçeklik düzleminde yer alır; oysa, üstdilinkiler dilsel niteliklidir, konudilin göstergelerine ilişkindir (örn. dizim, sesbirim, ek, yapı, vb). Hjelmslev’e göre, bir üstdil, bir gösterge dizgesini inceleyen gösterge dizgesidir. Şiir dili için ‘dilin içindeki üstdildir’ dersek, şiiri oluşturan sözcüklerin ‘dizin, sesbirim, yapı, ek vb.’ dilsel nitelikli olduklarını söylemiş oluruz. Oysa, modern şiirin dili doğal dilin göstergelerine dayanır; bir araya gelen sözcükler sabitlenmiş anlamlarını da alışılmamış bağdaştırmalarla aşar.

Modern şiir ‘Ben’ söylemine ait şiirdir; dolayısıyla monolojiktir. Bu şiirin dilinin üstdil olmadığını, üstdil teriminin şiire ait bir terim gibi algılanarak yanlış bir kullanıma yol açıldığını söylemek bile fazla. Modern şiirin dilini Öte-dil, Başka-dil, Karşı-dil olarak niteleyenler şiire ait terimleri-kavramları varsıllaştırmayı amaçlıyordur. Başka bir deyişle modern şiir dilinin doğal dilden farkını belirlemek için bulunan adlandırmalardır bunlar. Önemli olan şiir dilini adlandırma değil, dilin kendisidir. Dilin gerilimli durumudur. Modern şiirde dil uçlara doğu savrulmuş; bağlam kurma olanağı yitmiştir. Bu durum dizeler arası bağlantıları koparmıştır. Sözcükler bağıntılarından koparılmış olarak kullanılmaktadır. Ama bu demek değildir ki modern şiirin dili okurunu hiçbir şeye göndermez. Tam tersine, yaşantının içeriği imgelemden dile taşınırken gerçeklik boyutu genişler, dönüştürülür, aşılır; böylece, dil dışı gerçeklik düzleminden koparılır. Deneyimlenen şeyler estetik gerçekliğe dönüştürülür, ‘nesnel bağlılaşığı’ üzerinden de hayata gönderilir. Belki şiirden tat aldığımız , haz duyduğumuz şey budur.

Roland Barthes, çağdaş şiirde sözcükler arası bağıntı etkisinin yok olmasıyla sözcük patlaması yaşandığını belirtir. Doğal dilde sözcükler tek başlarına bir kavrama, nesneye; modern şiirde sözcüğün kendine, sesine, anlamına gönderir. Kimi zaman sözcük değişmece (mecaz), kimi zamanda yan anlam değeri kazanır. Sözcük patlaması ile modern şiirde sözcüğün değerinin değişip başkalaştığı vurgulanır. Yaşantı içeriğinden bilinç içeriğine, imgeleme taşınan, oradan dil üzerinden imgelere dönüşen süreç sağlıklıdır ve anlamlandırmaya yöneliktir. Dize, sözdizimi, ses ve anlam, içses, dize kırılmaları vb. şiire ait öğeler bir eşgüdüm içinde şiirsel yapıyı oluştururlar. Deneyimlenen bir şey olan yaşantı içeriği imgelemden geçerek sözcük, dize, şiir tümcesi olarak karşımıza çıkar. Doğa ve insan modern şiirde değişime uğrayarak kendinde olmaktan kurtulur, kendisi için olmaya dönüşür.

Tarihin, toplumsal olguların şiirsel söylem içinde dönüştürülmesi sorunsalı Dil’le ilgilidir ve Dil ‘seçilen’ ve ‘birleştirilen’ sözcüklerin isabetliliğine bağlıdır. Gerçekliklerin dönüştürülmesi de bu isabetliliğe bağlıdır ve gerçekliklerin çokluğu bu dönüşüm sonucu ortaya çıkar.

Klasik şiirden kopuşu, Baudelaire, Lautreamont, Rimbaud, Mallarme gibi şairlerin zihinsel dönüşümleriyle açıklayabiliriz. Bu zihinsellik moderniteyi hazırlayan, çağdaş sanatın temel koyucu özelliklerini ortaya koyan zihinselliktir. Güzellik kavramı değişmiş, algı, duyu kavramları alt üst olmuş, Dil’e, imgeye bakış farklılaşmıştır. Bilinçdışı süreçler şiire girerek farklılaşma ortaya çıkmıştır. Böylece mimetik şiirin egemenliği kırılmıştır. Şiirin epistemik olarak eski şiirden köklü kopuşu bir başlangıç olmuştur. Öteki sanatlar şiiri izlemiştir.

Modern şiir, imgeyi dolayımlayarak veren bir yapıdadır. Doğal dildeki imge ise dolayımsız, nesnel karşılığı olan imgedir. Modern şiirin imgeleri, imgelemin ürünüdür ve estetik sürecin sonucudur. Bellek bir depo olmaktan çok sürece katılan bir olgudur. Estetiksel imge modern zihinselliğin nesne algısıyla bağlantılı olarak ‘nesnel bağlılaşım’ kanalıyla doğrulanıp hayata döner. Okurun alımlama ve estetik donanımı şiiri anlama ve anlamlandırmada etkin rol oynar. Şiirsel imler, sözcük ilintileri, şiirin semiyotik birliği derin yapıyı gösterir. Derin yapı anlamla ilgilidir ve ‘nesnel bağlılaşımla’ açığa çıkar. Seçkin şiir okuru neyi, nasıl algılayıp anlamlandırır? Bu da onun şiir bilgisine ve beğenisine, hatta şiir donanımına bağlıdır. Gerçeğin hakikati, okura göre, nasıl biçimlendirilmiştir? Ya da hakikate gömülü şiiri, okur hangi niyetle açığa çıkaracaktır? Belli değildir. Eğer şiir kendine yeterli, sıkı örgütlenmiş bir yapıdaysa, yazınsal olan yapı hakikati okura sezinletir.

Modern şiirin dili, dışsal gerçeği olduğu gibi yansıtmaz, gerçeğe benzerliğe ulaşmayı amaçlamaz; tersine, gerçekle düşsel tasarımı arasında salınır, bambaşka gerçekliklerin yaratılabileceğini dilsel yapının içinden gösterir.

Şiir dili modern şiirde süslemeden uzaktır. Salt yazınsal bilginin bir ileteni değildir. Şiir dili kendine dönük olmasına karşın, aynı zamanda, farklı gerçekliklerin yaratılabileceğini de öngörür. Dilin taşıdığı dış dünya, doğa, şairin, imgeleminden damıtarak dilsel ve estetiksel olarak kurduğu dış dünya ve doğadır.

Modern şiir nesnelere, olgulara belli bir mesafeden bakar. Dilin en küçük birimi sözcük nesneden bağımsızlaşmış, kendi olmuştur. Bu kendilik sessel ve anlamsal çoğalmayı sağlamıştır. Bu da, modern şiirin çok katmanlı anlamlandırmaların eşiğine oturmasına yol açar.





5 Şubat 2009 Perşembe

Walter Benjamin

Sonsuz At (Seçme Şiirler)



Ahmet Ada*

Ahmet Ada, 20 Mayıs 1947’de Ceyhan’da doğdu. Şair, yazar. Nazire Ada ile Ahmet Ada’nın oğlu. İlk ve orta okulu Ceyhan’da okudu, (1965). Devlet Su İşleri Ceyhan Şubesi (1967-69), Marangozlar İstihlak Kooperatifi (1971-87) ve otomobil ticareti ile uğraşan bir özel şirkette (1989-93) çalıştıktan sonra emekli oldu. TYS üyesi. 2002 yılında Mersin’e yerleşti. İlk şiiri “Tabuttur Kitaplar” ve Hilmi Yavuz’un şiiri üzerine bir çözümleme denemesi olan ilk yazısı “Hilmi’nin Çocukluğu” 1966’da Soyut dergisinde çıktı. Şiirlerini ve yazılarını Yeni Dergi, Papirüs, Varlık, Gösteri, Adam Sanat, Milliyet Sanat, Islık, Yaratım, Kitap-lık, Le poete travaille, Yom, Heves, Şiir-lik, Eski, Agora, Ünlem, Dize, Ada, Geceyazısı, Sonsuzluk ve Bir Gün, Cumhuriyet Kitap, Radikal Kitap dergilerinde yayımladı. Bazı şiirleri Almanca’ya, Fransızca’ya, İngilizce’ye çevrildi.
1980’li yıllar şiirinin önemli bir temsilcisi olarak tanındı. Şiirlerinin İkinci Yeni şiir havzasından beslendiği gözlense de kendine özgü lirik bir şiir kurdu. Gerçekçi tutumlardan beslenen, destansı, lirik, hüzünlü ve incelikli şiirler yazdığı eleştirmenlerce kabul edildi. Son dönem yazdığı şiirlerle, modern şiirin biçimselliği ile modern dünya tasarımına felsefî derinlik katan yeni bir döneme girdi. Uzun ve epik özellikler barındıran şiirlerinde, göç, savaş gibi olgulara insanî bir perspektiften bakarak çok sesli bir şiire yöneldi. Şiirinin başkalaşımını da poetik yazılarla açımladı. Şiirin kavram ve terimlerinin oluşturulmasında çaba gösterdi. “Şiir Okuma Durakları” (2004) adlı kitabı modern şiire ilişkin şiir bilgisi içeren bir elkitabı olarak değerlendirildi. Şiirin sorunları ve “İkinci Yeni” şiirleri üstüne eleştirel, çözümleyici yazılarıyla da dikkat çekti. 2006 yılında, Çukurova Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü ile Eğitim Fakültesi Felsefe Grubu Eğitimi Anabilim Dalı tarafından ortaklaşa düzenlenen sempozyumla “40.Sanat Yılında Ahmet Ada’nın Şiiri” çeşitli yönleriyle ele alındı. 2008 yılında, Mersin Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Sinema ve Televizyon Bölümü “İki Şair Bir Kent” adlı belgeselinde Ahmet Ada ile Celâl Soycan kent kültürünü ve şiiri konuştular. Bu söyleşi DVD olarak yayımlandı.
Ödül: Gün Doğsun Gül Üstüne ile 1981 Akademi Kitabevi Şiir Başarı Ödülü; Aşk Her Yerde ile 1991 Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü; Vakit Yok Hüzünlenmeye ile 1993 Yunus Nadi Şiir Ödülü; “Onlar İçin Minibüs Şarkısı Üzerine Gözlemler” adlı incelemesiyle 1999 E Dergisi Şiir İnceleme Ödülü.
Eserleri: Şiir: Gün Doğsun Gül Üstüne, 1980; Acıyla Akran, 1983; Yaz Kırlangıcı Olsam, 1985; Yitik Anka, (ilk üç kitabının toplu basımı) 1993; Aşka Her Yerde, 1990; Vakit Yok Hüzünlenmeye, 1992; Günyenisi Lirikler, 1992; Taş Plak Gazelleri, 1995; Küçük Bir Anmalık, 1996; Begonyalı Pencere, 1998; Denize Atılan Çiçek,1999; Gökyüzünün Fıskiyesi, 2003; Denizin Uykusu Üstümde, 2004; Kantolar, 2006; Yeni Kantolar 2007;Sonsuz At (Seçme Şiirler), 2009; Sözcükler Denizi, 2009
Poetika : Şiir Okuma Durakları, 2004; Şiir İçin Boş Levhalar, 2006; Modern Şiir Üzerine Yazılar 2008; Şiir Yazıları, 2009

*Geniş bilgi için şu bloglara bakılabilir:


http://batiktekne.blogspot.com
http://sonsuzat.blogspot.com
http://yesilat.blogspot.com
http://siirokumaduraklari.blogspot.com
http://gokyuzununfiskiyesi.blogspot.com
http://ahmetada.blogspot.com
http://siirestetigi.blogspot.com
http://batktekne.blogspot.com





























































AHMET ADA

SONSUZ AT
[Seçme Şiirler]






















İçindekiler

Yazılar:

Ahmet Ada İle Söyleşi
Ahmet Ada İçin Kilit Taşı, Celâl Soycan
Kısa Kısa…

Seçme Şiirler:

Yeraltı
Yağmur, Toprak, Keder
Ülke
Acıyla Akran
Küçük Eskizler II
Yaz Kırlangıcı Olsam
Asmaaltı Çayevi
Yaz Sürgünü
Kerem Yolunda
Sonbahar Yitiminin Ezgisi
Karanfilli
Deniz Kıyısında
Avlu
Yaksana Bir Sigara
Seni Çok Seviyorum
Aşk Her Yerde
Sokaklara Kuşlara Şiir
Serseri Bir Çocuğa
Sinema Kuşu
Bir Şiirsever Kendini Okuyor
Bir Çocuk
Şiir
Hal ve Gidiş
Şehnaz Longa
Anısını Yitirdim
Günyenisi Küçük Kız
Marika’ya Hüzün Gazeli
Artemis’e Eskiyen Gazel
Yannis’e Kuşlar Gazeli
Şiire Sürgün Çocuk Gazeli
Solgun Ablalar Gazeli
Ablam İçin Gazel
İstanbul
Kuş Göğü
Yağmur Yağardı da Şemsiyesi Olmazdı
Kuşlara Yenilen
Dolambaç
Begonyalı Pencere
Gelincikler
Sultaniyegâh
Akdenizli
Umarsız Aşk
Damıtık Aşk
Çok Yakından
Kuş Kırıntıları
Siyah Beyaz Bir Fotoğrafta Annem ve Ben
Beğençe
Taşan Sesi
Homer’le Konuşma
A.İçin
Onun Evi Kuşlara Yakın
Çaykovski
O
Boşlukta
Veda
Yalnızlık
Sayrıyken
Karsambaç
Simurg
Delikanlı
Ergen
Kar
Sürgün Gazeli
Kış Saati Gazeli
Gök Taşı Görmüş Çocuklar Gazeli
Denize Çocuğa Kuşa
Anneme Gazel
Gazel
Nâzım’a Gazel IV
Küller
Terleye Terleye
Kuğu
Çürüyen
Pars
İskete Kuşu
Çocuk
Şairin Ölümü
Acı Veriyor
Omaca
Mutsuzluk Büyüyor
Yalnızlık Biraz
Görümlük
Görümlük II
Su
Testiler

İyilik
Rüzgâr, Çocuk
Acı
Nal
Kadınlar
Felsefe
Senden Sonra
Batık Tekne
Batık Tekne II
Çocukluk
Monolog
Gün
Arayış
Balıklar Bile
Zeytin Ağacı
Büyük Yalnızlık
Zaman
Cendere
Gökyüzüne Çiçek
Tümceler II
Tümceler III
Tümceler VII
Uykusuz Pencere
Bekliyoruz
Adınla
Kırık Camdan
Nergis Satan Küçük Kız
Ayna, Yeniden
Kente Derkenar
Yıllar
Sonsuz At
Bay Smerdiakof’a Kanto
Ezra Pound’un Yazmak İstemediği Kanto
Libretto
Kanto I
Kevser Çok Affedersin
Nesnelerin Tini
Saatler
Kanto III
Kanto VIII
Kanto X
Kanto XVII
Kanto XVIII
Kanto XXI
Kanto XXXII
Kanto XXXVII
Kanto XLIII
Kanto XLV
Kanto XLIX





































YAZILAR



“Yeni Kantolar”, şiirsel söylem, biçim ve biçem,
şiirsel dilin yapısı açısından farklıdır”

Ahmet Ada, 2006 yılında “Kantolar”ı yayımlamıştı. Kendi sözleriyle, “izlenimci bir şiirden, dilin katmanlarına, derinliğine yönelen bir şiir” kurmuştu. Kendisiyle, küçük oylumlu bir yayın organı olan Zaman Dükkânı* için yaptığım ayaküstü söyleşide, “Biçim ve tematik olarak değiştiğini, dolayısıyla bunun şiir diline yansıması olarak da, dilsel bir kırılma yaşadığını” belirtmişti. Ahmet Ada ile yeni yayımlanan “Yeni Kantolar”ı konuştuk.

MİTAT ÇELİK

- Yeni Kantolar’da** söyleyiş aramalarının birçoğu görülüyor.Sözcüklerin bilinen anlamlarının dışında kullanılması, eğretileme ve imgelere yol açan alışılmadık, şaşırtıcı sözcük bileşimleri yapılması, çağrışımlı, imge ve anıştırmalı dolaylı söyleyiş, anlamı, anlamlandırmayı genişleten bir yapı kuruyor. Kantolar dönemi şiirlerine özgü bir söyleyiş aramaları değil bu. Öyleyse nedir?

- Haklısınız, Kantolar dönemine özgü bir söyleyiş aramaları değil bu. Gökyüzünün Fıskiyesi, (2003) ile başlayan Denizin Uykusu Üstümde, (2004), Kantolar, (2006), Yeni Kantolar, (2007) ile süren bir söyleyiş arayışıdır. Yeni şiirlerimin ötekilerden farkı, sözcüklere nesnelerin karşılığı olarak değil, başlı başına nesneler gibi yaklaşıp, kendi ses ve anlam değerlerini öteki sözcüklerle kurdukları ilişkide arayan bir tutum içinde yazılmalarıdır. Sözcüklerin imge, çağrışım, anıştırma değerlerine egemen olmak gerekir. Türkçenin söyleyiş özelliklerinin genişletilmesi anlamın çok katmanlı olmasının yolunu açar. Sözcüğün şiirde kullanım değerini arttırmak şairin yeteneğine bağlıdır. İmge, eğretileme, çağrışım, anıştırma, dolaylı söyleyişin temel öğeleridir. Bu öğeler, yaşantı ile kurgusalın sarkacındaki metinlerin anlam boyutunu güçlendiren, estetiksel kılan öğelerdir. Bağıntılar, parça bütün ilişkisi, yapı gibi şiire ait kavramlar ‘bütünlüğü’ işaret eder. Şiir, bütün öğelerinin eşgüdümlü işleyişiyle ortaya çıkar. Şiirsel anlamlandırmayı genişleten şiir dilinin farklı kullanımıdır. Şiir dili ve şiirsel söyleyiş yenilenen bir biçime dönüştükçe, buna bağlı olarak şiirsel anlam da genişler. Yeni Kantolar’da, denilebilirse, söyleyiş aramalarının birçoğunu denedim. Öznenin sesini, iç sesi, çoğul sesi, başkasının sesini, zaman-mekân kaymalarını, geçmiş, bugün, gelecek bağlamı içinde dile getirmeye çalıştım.

-Şiirin toplumsal ilgilerinden koparılarak yazıldığı bir dönemde, kalıplaşmış, yıpratılmış gündelik dili kullanmayıp yeni bir şiir diliyle toplumsal ilgilerin de, doğa, nesne, insan ilişkilerinin de kurulabilmesi, yüz yüze geldiğin sorunsalların aşılmasında ve dile getirilmesinde etkili olmuş görülüyor.Dili önceleyen bu tutum, anlamsal ve sessel olarak kendine gönderen şiire yol açacağına, bireye, ölüm sorunsalına, hüzne, sıkıntıya, kente, denize, doğaya göndermelerle dolu bir şiire yol açıyor. Ne dersininiz?

- Şiir serüvenime bakıldığında, başlangıçtan beri toplumsal ilgileri olan bir şiir yazdığımı görebilirsiniz. Nesnelerin ve olguların içinde olan, içerden bir şiir yazdığım söylenebilir. Nesnelerin ve olguların karşısında estetik ve etik kaygıları öne çıkaran bir tutum içinde oldum hep. Kantolar döneminde, doğa, insan, nesne bütünlüğünü kurarak düalizmin aşılmasına, özne ile nesnenin birliğinin yeniden kurulmasına özen gösterdiğim gözlenebilir. Öte yandan, insanın yüz yüze geldiği ‘benlik krizi’, insanın emeğinin soyut emeğe indirgendiği bugünkü dünyada kaçınılmaz. Benlik krizinin aşılmasında şiir en elverişli konumda göründü bana. Yeni bir şiir diliyle sorunsallaştırdığım özne ile nesnenin birliği, bütünselliği bana özgürlük sorunu gibi göründü hep. Şiirin dili, şiir dili, şiiri kuran, yapan, yazan öznenin dilidir. İletişim dilinden sözdizimi, sözce, anlam, ses yönünden farklıdır.
Nesnelerin dili olamayacağına göre, nesnelerin dili de şair öznenin sözüdür. Sözün, modern şiirin temel koyucu öğesi olduğu bilinmektedir. Sözcükle, gösterdiği nesnesi arasındaki mesafenin açılması tam da şiirin oluştuğu ânı imler. Sözcük bu haldeyken öteki sözcüklerle girdiği ilişkidir şiirin oluşum ânı. Şiirin bütün öğeleri yazınsal bağdaştırmalarla şiirsel anlamı oluşturur.
Yeni Kantolar, bu anlamda, yazınsal bağdaştırmalarla insanın ölüm sorunsalı, varoluş sorunsalı gibi temel sorunsallarını dile getiriyor. Dünyada olmak (ama niçin?), dünyada durmak; bu sorunların kurcalanması başlı başına ontolojiktir. Şair, bunlara yanıt veremez, ama eğretilemeli anlam öbekleriyle başka sorulara yol açabilir. Sözcük yine temel birimdir. Ne ki, dilin, sözcüklerin geleneksel, psikolojik, toplumbilimsel bağlantıları ile gönderdiği varlık arasındaki ilişkinin tam olmadığını göz ardı etmemeliyiz. Sözcükleri, gösterdiği nesneler ile bağlantısını kopararak kullandım Yeni Kantolar’da.

- Şiirlerinizin öznesi birkaç özneden oluşuyor. Öznelerin şiirsel söyleyişleri iç içe. Çok söyleyişli, bilinçdışını da içeren söyleyişler, diyalog dizeleri yeni biçimleri de açığa çıkarıyor, belirginleştiriyor. Şiirlerinizde yeni biçimlere yöneldiğiniz söylenebilir mi?

- Çok katmanlı söyleyişi yakalayabilmek için birkaç öznenin söyleyişlerini iç içe kullandım. Örneğin, annemin ölümünü monolog söyleyişle, zihinsel imgelerle; ölüm-dirim karşıtlığını, bu karşıtlığı göstererek aktarmaya çalıştım. Kazım Koyuncu’nun ölümünü, şarkıcının bizzat söylemiyle şairin söylemini iç içe vererek aktardım. Kevser, Yeni Kantolar’da da söyleyişin yöneldiği kurmaca kişiydi, seslendiğim kişi. Söyleyişlerin monolog düzlemi, öznenin şiirsel söylemiyle örtüştü. Giderek şiirlerin görünmeyen ‘matrislerini’ oluşturan imler oldular.
“Ahmet su ver ölüyorum” (s.21) sözü anneme ait, ölüm ânında söylenmiş sözlerdi. Şiir içinde hayatımla birebir örtüşen söze dönüştü. Kanto IX’da yer alan : “Ne iyi olurdu ölünce de okunmak” (s.23) dizesi zihinsel bir dilektir; “Bir Pars değil miyim kendi kendime ben” (s,63) dizesi öznenin ölüm-dirim sorunsalına bakışını yansıtır.
Şiirlerin farklı öznelerinin iç içe söyleyişleri farklı biçimsel arayışlara yol açtı doğal olarak. Şiiri, içsel bir deneyim alanı olarak ve kültürel bağlamlarını çözerek okumak biçimselliğin fark edilmesine engel değildir.

- Tam da onu soracaktım. Açımlar mısınız bu sözleri? Yeni Kantolar’da nasıl bir şiirin sesi olmayı amaçladınız? Varlığın niçin’liğine bir yanıt bulabildiniz mi?

- Önermelerle yanıt vereyim sorunuza. Bu önermeleri genç şairler de dikkatli okusun isterim: Yeni Kantolar, bu önermelere ne kadar uygun şiirleri içeriyor? Bunu genç şairler kitabı okuyarak çıkarabilir; iyi şiir okurları da tabii..
Nasıl bir şiirin sesi olmalıyız? Kendi sesi olan bir şair olmalıyız. Hem buraya hem de dünyaya ait şiir yazmalıyız. Hem kurmacaya hem gerçekliğe ait bir şiir. Hem tin’e hem us’a ait, hem kendi toprağının sesi, hem başka topraklara açılan bir şiir. Böyle bir şiir mümkün mü? Genel geçer yargıları, genel geçer şiiri atlayıp, kendi doğrultusunda ilerleyen ve şiirin gövdesinde gedikler açan bir şiir. Öncelikle, bu, şairin söylenecek sözünün olmasını gerekli kılar. Mevcut şiirin söz düzenini parçalayacak sözün olması. Yücel Kayıran’ın ifadesiyle, “her şeyden önce, mevcut şiir ortamından farklı bir doluluğa sahip olmak demektir.” Bu doluluğu, kendi yaşantı içeriğimizin ontolojisi olarak anlamak gerekiyor. Yetmedi, kendi bilinç içeriğimizin katmanları olarak anlamak da mümkün. Yaşantı-bilinç içeriğinin bileşeni olarak okumak da.. Doluluk olmadan söyleyecek yeni bir şeyiniz de olmaz.
Varlığımın niçin’liğine bir yanıt vermek değil; varlığımı bir sorunsal olarak görmek, yanıtsız sorunları ele almaktı amacım Yeni Kantolar’da. Ölüm-dirim sorunsalını, özne-nesne bütünlüğünü; gündelik hayatı değil, tinsel hayatı aktarmayı seçtim. Gündelik hayatın sızmalarına da karşı durmadım. Gündelik hayatın sıkıntılı eşiğini aşıp varlığımı sorgulamak, niçin dolayımında kalmak ve nesnelerin basıncından kurtulmak istedim. Bunu gerçekleştirmek sözcüğü bağımsız bir nesne gibi düşünmekten geçti. Sözcüğün bağımsız bir nesne gibi öteki sözcüklerle ilişkilerinin kurulması, soyutlama, dile etkiyen yaşantı ve bilinç içeriği şiirlerin ‘doluluğu’ oldular.
Öte yandan, sorunsalı olan bir şiirdi yapıp kurduğum. Yeni bir şiir diliyle sorunsalımı nasıl ifade edebilirimin kaygısı biçim ve ses arayışlarına yöneltti. Bir ‘inşa’ olan şiir, imgelere boğulmadan nasıl inşa edilecektir? Şairin temel sorusudur bu.Öteden beri mükemmelin peşinde olan bir şair olarak, şiire ait bütün öğelerin eşgüdümü ile gerçekleşen ‘yapı’ mükemmelliği de en çok dikkat ettiğim, kaygılandığım sorundur. Orasından burasından sarkan bir şiir içime sinmez bir türlü. ‘Yapı’nın mükemmel kurulması sorunsalın da mükemmel ifade edilmesi demektir. ‘Yapı’nın çokanlamlı, çokzamanlı olması da, çözümlenmesi gereken çokkatmanlı bir şiirle yüz yüze bırakır okuru. Yeni Kantolar bu niteliktedir.

- Çağdaş şiirin temel sorunsallarından biri de zaman ve mekân algısı.Yeni Kantolar’da da bu temel sorunsal var. Şiirinizin zaman ve mekân algısını siz nasıl aştınız?

- Çizgisel zaman ve mekân algısına bağlı kalmaksızın, belleğin zamanını da şiire dahil ederek sorunsalı aşmaya çalıştığımı söyleyebilirim. Modern şiirde izlekler nasıl iç içe girdiyse, zaman ve mekân da iç içe girmiştir. Nâzım Hikmet’in Saman Sarısı şiiri bunun en somut örneğidir. Şair, geçmiş, şimdi, gelecek bağlamı içinde yaşayan özne değil midir? Şair, dünyayı anlamlandırmaya çalışır. Yeni Kantolar’da, çocukluk, Akdeniz algısı, Mersin, zaman ve mekân boyutuyla, hatta bitki örtüsüyle birlikte ayraca alındı.
Yeni Kantolar’da, zamanın varlığı ya da yokluğunu sorunsal haline getirmedim. Zamanı ve mekânı, hatta tarihi bellek-bilinç düzleminde yaşayan özneyi, son kertede doğaya bulanmış insanı dile getirmeye çalıştım. Eskil deniz ile [“Önüm Fenike denizi” (s.58)] 2006’da çocukların üzerine bombalar yağan Beyrut’u aynı düzlemde buluşturarak ‘nesnel zamana’ karşı koyan bir tutum izledim. Akdeniz mekânını, şimdiki zamanın içinden yeniden kurdum. Sözcükler arasında yeni bağlantılar arayarak tabii.

- Yeniliğe ve deneye açık bir şiir yazıyorsun. Deniz ve Su izleği Yeni Kantolar’ın temel izlekleri. Niçin böyle? “Sürekli yenilenen biçemine” dikkat çekilmiş bir de. Şiirlerinizdeki biçem nasıl ortaya çıktı?

- a) Şiirin arayışlarla genişleyeceği düşüncesi yeniliğe ve deneye açık şiir yazmama yol açıyor. Aslında şiirin dünya şiiriyle, felsefeyle, dilbilimle, toplumbilimle, psikolojiyle ve her düzeyde bilgiyle kuracağı ilişkinin ‘farkında olmak’ gerekiyor bugün. Yaşantı ve bilinç içeriğini şiirsel gerçekliğe dönüştürmek şairin işi. Deniz ve Su izleği, Mersin bana düşleyebileceğim, hayal kurabileceğim sınırsız ütopyalar alanı açtı, açıyor. Mutlu, eşit, adaletin herkes için olduğu bir dünya özlemini, kısaca varılacak hedefi Deniz ve Su izlekleriyle işaretlemeye çalıştım. Mersin, Akdeniz, yol, yolcu imleri, içsel deneyimlerden geçerek bütünleşti Yeni Kantolar’da.
Niçin bu izlekleri seçtiğimin yanıtı yoktur bu şiirlerde. Niçin varolduğumuzun yanıtı var mı? Belki dünyaya, insanlığa doğru yürüyebilmenin nedenidir. Belki emeğin soyut emeğe indirgenmediği bir toplumun özlemidir.
b) Sürekli yenilenen biçeme gelince; biçemin kişiselliğine bağlı olarak açıklanabilir bu. Dünya görüşümün, doğaya, insana yaklaşımın, daha özgürlükçü, daha insancıl değerlerin sözcüsü olmanın sonunda oluşan bir şey biçem. Şiirden başka öteki epistemik bağlarımın genişlemesi ( estetik, fenomenoloji, etik, felsefe, göstergebilim, poetika gibi) biçemi de sürekli genişletiyor. Zorunlu bir eşik bu. Çünkü şiir, öteki disiplinlerden, kültürel girdilerden yalıtılarak sürdürülemez bir döneme girdi. Dünyayı, insanı, yeryüzünü anlama, anlamlandırma olanağı, bilginin içselleştirilip şiirsel gerçekliğe dönüştürülmesiyle mümkün bugün. Politik, etik, estetik, kültürel donanımı olmayan birinin şiirinin anlamlandırma eşiği de olmayacaktır. Şiir artık kültürel girdilerden yalıtık olarak yazılamaz durumdadır. Kültürel bağlamları olan şiirin de biçemi farklı olacaktır. Kantolar’daki biçem Yeni Kantolar’da da yenilenerek sürmektedir. Ayırt edici bir özellik olarak söyleyeyim: Biçemim, şiirlerin salt yapısını değil, içeriğini de belirliyor. Şiiri nasıl biçimlendirdiğimi belirlediği gibi, biçimleneni de belirliyor.

- Yeni Kantolar’da, Kantolar dönemi’nin bazı sorunsallarını ‘dünyada olmak’ bilinciyle işlemişsiniz. Kısaca neydi bu sorunsallar?

- Yeni kitabın temel sorunsalları yaşadığımız sürüce de sorunsal olmaya devam edecek şeylerdir. İnsanın niçin varolduğu, ölümün hiçliği, çözümsüzlüğü gibi sorunsallar, mekân, bellek, zaman üçgeniyle işleniyor. Düşler, bilinçdışı öğeler, çocukluk, bireysel ütopyalar, benlik krizleri, su ve deniz izlekleri, özgürlük isteği, insan kalmak için çalışan insan, hemen hepsi Yeni Kantolar’da ayraca aldığım, son kertede sorunsal olarak gördüğüm şeyler. Çağdaş felsefenin, ontolojinin sorunsallaştırdığı insana ait sorunlar şiirsel gerçekliğe dönüştürüldü bu kitapta. Modern şair için ‘dünyada olmak’, bilginin içsel yaşantı ile sınanmasını, sonra da kültürel bağlamlarının açığa çıkarılmasını, özne nesne ilişkisinin insani boyutunun kavranmasını gerekli kılar.
Kültürel bağlamlar da, göndermeler de şiir diline dönüştüğü noktada, biçem, biçim, yapı, anlam ve ses olarak geri dönüyor.
Mersin, bu güzel Akdeniz kenti, dünyaya doğru yürüdüğüm mekân oldu. Bu mekânda varoluş kaygılarımı Deniz, Su imgeleriyle, ölüm-dirim sorunsalını Pars imgesiyle aktarmaya çalıştım. Işık, gölge imleri ise nesnesinden uzaklaştırılan insanın ‘bütünselliğini’ kuran imler oldular.
Eşitsiz, adaletsiz bir dünyada yaşıyoruz. Yeni Kantolar, yoğun protestosunu, temel değerlerin yok edilişine yöneltiyor.Yoğun protesto derin yapıdadır. Yüzey yapıda tüketilen retoriksel bir şiir değil şiirlerim.
Yeni Kantolar’ın göndermeleri de çok geniş bir yelpaze oluşturuyor: Celâl Soycan, Ayşe Aydoğan, Veysel Erol gibi dostlarımdan anneme, Kazım Koyuncu’ya, Cenk Koyuncu’ya, Azer Yaran’a, Mersin’e, sokaklarında peşimi bırakmayan ölüm duygusuna, büyük dönüşümlere, Metin Cengiz’e, Sina Akyol’a, yalnızlıktan yontulan gündelik hayatıma, imgelem dünyama (iç hayatıma), Ezra Pound’a, Eliot’a, Octavio Paz’a, Rene Char’a, şarkıcı Feyruz’a, Beyrut’lu-Kudüs’lü çocuklara, sıkıdüzen şiirlerin içinden göndermelerle ilerler.

- Şiirlerinizde anlam katmanı denli ses katmanı da fark ediliyor. Dize örgüsündeki sesler (sesli ve sessiz harflerin oluşturduğu müzik) ile tekrarlanan sözcüklerin meydana getirdiği müzik birleşerek armoniye yol açıyor. Ne dersiniz?

- Şiirimin ses katmanına dikkati çektiğiniz için teşekkür ederim. Modern şiir, yazı-şiirdir. Doğaçlama söylenen şiir modern öncesinin şiiridir. Şiir felsefem, ‘şiir yapmak’, ‘şiir yazmak’ olarak özetlenebilir. Şiirlerimin armonisi sıkıdüzen bir çalışmanın sonucudur. Türkçenin ses dizimi gözetilerek oluşturulan bir armoni söz konusudur. Sözcüklerin benzeş ses yapıları, vurgu ve ezgileri bilinçli olarak kullanılarak şiirsel bir ritim oluşturuldu. Sözcük düzeyinden dize düzeyine sıçrayan ses düzeni, düzenli aralıklarla yinelenerek uyumlu sesler oluşturuldu. (Şiirlerime, Sesbilim açısından yapılacak bir çözümleme ses düzenini açığa çıkaracaktır.)
Modern şiir, ölçüye, uyağa yüz vermeyen, ama dizeler arası içsel seslerle, sözcük yinelemeleriyle, dize bölmelerle, harflerin sesleriyle, titreşimli, titreşimsiz ünlüler ya da ünsüzlerle bir ritim düzenini içerir. Bu ritim düzeni düzyazıdan farklı bir sözdizimine yol açar. Kimi zaman kırılarak oluşturulan dizenin ( ki klasik, uyaklı dize değildir) sözdizimi, söylemin biçemi gibi şiire ait öğeler ses ve anlam bütünlüğünü bir yapıya taşırlar. Yeni Kantolar, dilin ses oluşturucu biçimde kullanıldığı sayısız şiirleri içerir. Bir örnek vereyim:

Bakarken bakarken öyle derinden
Öyle kendiliğinden hüzündür baktığı
(s.19)

Yeni Kantolar’da, ses yapısı bakımından sözcük yinelemeleri özel bir yer tutar. Sözcük yinelemeleri, bazen dizelerin başlarında, bazen de dizelerin sonlarında yapılmaktadır. Ünsal Özünlü, ilkini önyinelemeler, ikincisini ardyinelemeler olarak adlandırıyor***: “Şiirde herhangi bir sözcük yinelendiği zaman, o sözcüğün sesleri yinelenmiş olur” diyor. Yeni Kantolar’da su ve deniz ardyinelemeleri, “ Ben, Ben de, Benim “ ya da “Bir” yinelemeleri önyinelemelerdir. Sözdizimi yinelemeleri de değişik anlam ve ses blokları oluşturur.

- Kantolar dönemi şiirlerinizin ‘semiyotik birliğini’ bilinen anlamları dışında kullanılan birkaç sözcük sağlıyor gibi. Siz de ifade ettiniz gerçi, pars, deniz sözcükleri bilinen anlamları aşılarak kullanılıyor ve ‘semiyotik birliği’ bu sözcükler sağlıyor. Bu sözcükler şiirinizin matrisi olabilir mi? Bütün şiirsel yapı bu çerçevede kuruluyor denilebilir mi? Göndermeleri de andınız. Onlar da yapıyı kuran öğeler değil mi?

- Pars, deniz, su sözcükleri neredeyse gösterdikleri nesnelerden kopartılmış durumda. Bu sözcüklere yüklediğim anlamlar farklı. Bu sözcükler birer şiirsel imdir. Bu imler birtakım insani sorunsallara gönderirler sadece. Örneğin Pars, insanın çözümsüz sorunsalı ölüm-dirim sorununa gönderir. Rifaterre bunu “mimetik anlam” olarak adlandırıyor. “Hermeneutik anlam” öteki düzeyi oluşturur. İmler, göndermeler şiirlerimin “semiyotik birliğine”, bir de anlamlandırmaya yönelik bir işlev yüklenirler. Ama şiirimin matrisi bu imler, gönderme işlevi yüklenin sözcükler değil, hermeneutik düzeyde (derin yapıda) oluşan anlamlandırmalardır. Bu anlamlandırmaların neler olduğunu benim söylemem doğru olmaz. İyi şiir okuru bunları sezinler, ortaya çıkarır.

- Çağdaş Türk şiiri ile dünya şiiri bağlamında şiirlerinizi nerede görüyorsunuz?

- Kantolar dönemi şiirlerimi, şiir dilimde kırılmanın gerçekleştiği bir dönem olarak görüyorum. Gündelik dile değil, nice şiir mecrasından sonra şiir diline kavuştum denilebilir. Yeni şiir dilinin, imgelemin imleri, imgeleri olduğunu, bu yüzden anlamın şiirin kendine ve dışa birlikte gönderilebildiğini belirteyim. Şiir dili kendine dönük olduğu denli, iç hayatın dışa dönük imleridir de..Yaratıcı imgelemin sözcüklerle, sözcüklerin öteki sözcüklerle ilişkisi kendine dönük bir dile dönüştü. Bu dil elbette dışa da açık uçlar taşımakta. Şiire ait kültürel alt alan, dile ait öğeler, bilinç ve bilinçdışı, gerçek ve üstgerçek, hepsinin bir yazı-şiirde buluşması Yeni Kantolar’da görülebilir.
Kantolar’ı (2006), Yeni Kantolar’ı (2007) ‘büyük şiir’ doğrultusunda görüyorum. Büyük şiir, sorunsalını getirip koyarken yazınsal olandan ödün vermeyen şiirdir. Büyük şiir, çağının çağdaşı olan, çağının tinselliğini yansıtan, insanın zaman, mekân ve varoluş sorunsallarını “izleksel genişlik ve bütünlük, şiirsel zihniyet ve imge düzeni”(Özdemir İnce, Tabula Rasa, s.22) içinde aktaran şiirlerdir. Büyük şiir, insanın hayatını, tinselliğini, doğa-insan, nesne-insan bütünlüğü içinde kuran ve yazınsal olarak yineden üreten şiirdir. Evrenseldir. İnsanın acılarını, sevinçlerini, hüzünlerini eşgüdümlü imge düzeniyle aktaran, imge düzeniyle yeni, biçimiyle yeni şiirdir.“Yeni Kantolar”, şiirsel söylem, biçim ve biçem, şiirsel dilin yapısı açısından böyledir.
Benim ilk yapıtlarım 1970-1980’lerin ‘dönem ruhuna” bağlı şiirlerdir. Şiir dilimdeki kırılma Gökyüzünün Fıskiyesi ile başladı, Denizin Uykusu Üstümde ile devam etti; Kantolar dönemi (2006-2007), şiir dilimdeki kırılmanın tamamlandığı dönem oldu. Yeni şiirlerim, bugün yazılagelmekte olan Türk şiirinden farklıdır. Bu fark, biçim, biçem, yapı, insanın tinselliğine yaklaşım, izlek genişliği ve imge düzeni farklılığıdır.

Lacivert Dergisi, Temmuz–Ağustos 2008, Sayı : 22


* Zaman Dükkânı, Sayı: 2, 2006
** Yeni Kantolar, Ahmet Ada, Şiirden Yayınları, 2007
*** Edebiyatta Dil Kullanımları, Ünsal Özünlü, Multılıngual, 2001



AHMET ADA İÇİN KİLİT TAŞI

CELÂL SOYCAN


Sanatçısıyla yapıt arasında ilişkinin, netameli bir konu olduğunu biliyoruz : Bir yanda modern yapıtın gerçekliği kendinde işaret eden kurgusu, öte yanda yapıta çökelen ruh ( geist ), yapıt üzerindeki sözü kendiliğinden bir yol ayrımına taşır, taşımıştır.
Yapıt incelemesine / çözümlemesine ilişkin yöntemsel tartışmalar, tam da bu ayrımdan beslenir.Yazınsal bir kurgu olarak şiirin sözdizimini açığa çıkarmada, göstergebilimin verilerini kullanan yapısalcı yöntemin önemi yadsınamaz. Öte yandan öznel ve nesnel dolayımı içermeyen bir semantik çözümlemenin olanaksızlığı da açık. Post-yapısalcı eleştirinin omurgasını, böylesi bir denge arayışı oluşturur.

* * *

Ahmet Ada şiirine ilişkin, nitel ve nicel açıdan yeterli olmasa da, bir çok yazı yayımlandı. Kendi şiir macerasında kırılmaları çekincesiz göze alan, dahası bunu zorlayan bir şair hakkında, kuşatıcı yazılar sürecektir, sürmelidir.
Ben Ahmet Ada şiiri üzerine böylesi çabaların dışında, kısaca onun “ Şair “ tavrı üzerine kimi notlar düşmeye çalışacağım. Şiirin her şeyden önce Dilsel Bir Kurgu olduğunu, ancak ve sadece bu nedenle bile bir ileti içerdiğini, bildirişimi arzuladığını hemen her fırsatta vurguluyorum. Bu Arzunun yatağını Şair Özne’den sıyırmanın olanaksızlığı da bir gerçek. Genel olarak sanat yapıtında, özel olarak da şiirde sanatçının/ şairin iki düzeyde içerildiğini düşünüyorum:

1. Yaşantı içeriği düzeyi
2. Bilinç içeriği düzeyi

Yaşantı içeriğinin spekülatif yapısı, oradan hareketle şiirin anlamlandırılmasını sorunlu kılabilir; ancak yine de bir olanaktır ve çok özel bir dikkatle kullanılabilir. Yine de , bir sanat yapıtını sanatçıdan hareketle okumanın çekiciliği yadsınamaz. Özellikle erken modernist sanatçıların macerası bu anlamda kışkırtıcıdır.

* * *

Bilinç içeriğinin, şiirsel yapıyı dil ve anlam düzeyinde doğrudan etkilediğini düşünüyorum. Bu düzey, yaşantı içeriği gibi spekülatif değildir ve bütünüyle Bilme çabası içinde devinen günümüz şiirinin çok önemli bir bileşenidir.
Ahmet Ada’nın entelektüel ve poetik hayatına son beş yılda yakından tanıklık etmiş bir arkadaşı olarak, bilinç içeriği odağında kimi notlar düşeceğim. Bunlar, hem Ada’nın şiirinin açımlanmasına katkı yapabilir, hem de genç şairler için olumlu bir örneği işaretleyecektir.
A) Ada, genel olarak şiir üzerine düşünen ve yazan bir şair olarak, kendi poetik yapılanışını da sürekli tartışmaya açan biridir. Kendi şiirine ilişkin her düzeyde üzerinde çalışılmış bir fikre sahiptir ve bu fikrin serimlendiği düşünsel dolayımdan haberlidir. Diğer sanat disiplinlerine olduğu kadar, doğrudan estetik, siyasal tarih, dilbilim, siyaset bilimi, anlambilim alanında soluksuz bir okurdur. Benim izlediğimce, özellikle Mersin’e yerleştikten sonra belirgin biçimde genişleyen imgelemi ve tarihsel çevrimi bununla açıklanabilir. Kavramsal ve izleksel açıdan yeni bilgileri ıskalama korkusu, metropol dışı her entelektüeli dramatik bir okuma çabasına zorlar. Bilişim çağında merkez-taşra ayrımını yıkan, dahası değişim dinamiğini çevreye kaydıran olgu biraz da burada aranmalıdır. Zamanı ve mekânı daha verimli kullanabilme olanağı; hıza ve yakınlığa kapılmadan yavaşlığın ve mesafenin sağladığı optik kazanç, çevre aydını açısından sağlıklı nesnel koşullar demektir.
Bütün bunlar, Ahmet Ada’nın “ Şair “ kimliğini açığa çıkaran ve şiirine içerilen değerler bütününü ele veren uçlardır. Ada, gününün önemli bölümünü şiir eksenli okumalara ayırır. Dilbilimini öne alan bu okuma programını yakın çevresiyle paylaşır, eleştiri alır, notlar düşer ve poetikasına soğurur. Kantolar adlı ve bence şiirinde çok önemli bir kırılma olmak yanında, çağdaş şiirimize de ciddi bir katkı olan son kitabında bunu gözlemek olanaklıdır.
B) Şiirini epistemik etkilere olduğu kadar, gündelik hayatın dikey etkilerine de çekincesiz açık tutar, tutmuştur. Örneğin, Mersin şehri ve buradaki insan ilişkileri, şiirinin sosyo-fiziksel atmosferini dipten dönüştürmüştür : Beş yıl öncesinin şiiriyle kıyaslanmayacak ölçüde dikkat çeken imge ve izlek genişliği, denizin ve şehrin neredeyse doğurgan bir özne halinde mekâna dahil oluşu, kişilerin/ adların/ olguların fotoğrafik metinler gibi çağrışımsal kullanılışı, sözcük dağarındaki dizginsiz gelişme hep bu güvenli açılıma bağlanmalıdır.
C) Ahmet Ada, sürekli yazan, hatta bence şiire ilişkin konularda acele yazmayı göze alan bir şairdir; sanki yazarak düşünmeyi sever. Yazma sürecini güvenle paylaşır, eleştiriye içtenlikle açıktır ve bu anlamda psişik süreçleri askıya almasını bilir.( Günümüz şiir ortamında, çok kaba psiko-patolojik sorunlarını şiir üzerinden dışa vuran nice acıklı örneği düşünürsek, bunu bir erdem saymak gerekir.) Bunca uzun bir şiir hayatının ucunda, bilgiye ve eleştiriye bunca açık olmanın, gerektiğinde de “ edepli “ bir üslupla konuşabilmenin altı çizilesi önemi açıktır. Yurdun her yöresinde yayımlanan dergilerde adına rastlarız ve o hâlâ ve hep her isteği karşılamaya çalışır; bu anlamda kırıcı tondaki kimi eleştirileri, kırılgan doğası içinden olgunlukla karşılar. Yoğun düşünsel yığınağın ve yazarak sindirme çabasının kimi riskleri göze almak anlamına geldiğini bilmez mi? Ben , bildiğini biliyorum ve olgunluk döneminde bile diri tutuğu öğrencilik yanına saygı duyuyorum. Bilgiyi izlemede en ufak bir kopmanın nelere mal olduğunu, hele poetik yazılarda bu boşlukların ve habersizliğin yazıyı, aklı ve şiiri nasıl sakatladığını biliyoruz. “ Bilgi şiire zararlıdır “ diyen poetik yazıların (!) kaleme alındığı; “ şiir anlama düşmandır “ diyen aforizmalarla poetika (!) kurulduğu düşünülürse, Ahmet Ada’nın tavrındaki önem daha iyi anlaşılır.
D)Bununla doğrudan ilişkili olarak: Çağdaş şiirimizdeki bütün yönelimleri ama özellikle Genç şiiri, Deneysel ağırlıklı şiiri özenle izlemeye çalışır. Farklı dil deneyleri kendi şiirine onca uzak iken, “ benim şiirime uzak olan şiir, kötüdür! “ diyen sorunlu akla taviz vermeden şefkatle okur, anlamaya çalışır. Örneğin, bu çizgideki şiirleri konu alan bir yazıya çalıştığım sırada beni arayarak, genç şairleri ve deneylerini incitmekten sakınmam için uyardığını anımsıyorum. Bu inceliğin ve erk belasından uzak durma özeninin şiir ortamımızda nasıl bir ihtiyaç olduğunu bilmeyen bizden uzak dursun! Bunun bir başına Etik bir düzey olma yanında, Adalet duygusunu ve Vicdanı işaret ettiği anlaşılmalıdır.

* * *

Bütün bunların Ahmet Ada şiirine ilişkin bir düşünceyi birinci derecede ilgilendirmediğini biliyorum. Şunu da biliyorum: Şiir, Etik’in sıfır noktasında durur ve bu anlamda bir Etik kuruluşuna katkı yapar. ( Şiir ortamımızda bu Etik sorunun giderek şiir dışı ve bütünüyle insanî bir soruna evrildiğini, bir süre buna yoğunlaşmamız gerektiğini söylediğim şair Metin Cengiz bunun idealist bir düzey olduğunu, ahlâkın göreceli yapısı nedeniyle şiir dışılığını öne sürerek endişeme karşılık vermemişti. Tam da o günlerde internet ortamında kendisine de bulaşan ve her anlamda edepsizce bir tartışma (!) başlamıştı.Metin’e saygımı, sevgimi pekiştiren sükunetini şimdi bile etimde duyarım. Sonrasında buna ilişkin kaygılarım yaygınlaştı ve üzerine yazılar yazıldı, dosyalar yayımlandı. Hâlâ ısrarlıyım: Şiir hayatın önünde değildir ve şair edepli, vicdanlı, adalet duygusu gelişmiş olmalıdır. Buralardan sakatlanmış birisini hiçbir mikrofon, yazı, şiir, manifesto(!) onaramaz, onaramıyor. )
Ahmet Ada’nın Şair kimliği üzerine bu notları düşmemin gerisindeki kaygıyı verebildim sanırım.Şairi her düzeyde şiirinden yalıtarak, onu Etik bir sorgunun dışına çeken kimi kabulleri tartışabileceğimiz olumlu bir şiir ustasıdır konumuz. Şiirin, gerçekliği kendinde işaret eden Dilsel bir kurgu olması, şairin bilinç ve yaşantı içeriğiyle şiire çökeldiğini, bu nedenle Etik bir kurguya katıldığını unutturamaz, unutturmamalıdır. Şiirin bildirişimselliği, sorgulama/ anlama/anlamlandırma çabası, verili anlamı ve erk ilişkilerini sönümlendirerek duyusal ve düşünsel bütün dolayımlardan bilgiye yönelmesi bu temel üzerinedir. Böylece şiir, elbette okura da ama öncelikle şaire daha iyi bir insan olmanın yordamını duyurur.
Elbette şairi sorgulanabilir verili ahlakın içine çağırmak kimsenin haddi değildir; ama şair, içerimi ve çağrısı bütün zamanlara , bu nedenle şimdiye de ait evrensel değerleri, kavramları, duyguları korumak, kurmak ve iletmek üzere yazar. Dil bilinci başta olmak üzere diğer bütün bilgi süreçleri ve yetenek, bu değerlerin işaret ettiğini açığa çıkarmıyorsa ,şiirin İnsan’la ilişkisini nereden kuracağız?
Ahmet Ada, elbette şiirimize armağan ettiği onca önemli kitaplar yanında, duruşuyla, çağdaş insan olmanın içerdiği Adalet duygusuyla, Vicdanlı olma özeniyle, Levinas’çı söyleyişle “Ötekiyle yüz yüze gelebilme, ötekinin yüzüne bakabilme “ çabasıyla , edebiyatın her şeyden önce bir Edep işi olduğunu somutlaştıran tavrıyla ve sonsuz öğrenme telaşıyla sessiz, kardeşçe fısıltılar içinde sürdürdüğü yeryüzü konukluğunun farkında bir ŞAİR’dir.


Yazılıkaya dergisi, Mayıs 2007, Sayı: 17

Kısa kısa… Ahmet Ada, Acıyla Akran adını kitabına verirken, insanoğlunun ilk var olduğu günden bu yana acıyla olan beraberliğini simgeliyor sanki. Doğan Hızlan, Hürriyet, 26.11.1983 Ahmet Ada’nın hemen her ay çeşitli dergilerde güzel şiirleri yayımlanıyor. Ada da baştan beri değer verdiğim şairlerden. Düşünüyorum da, Broy (temmuz), Adam Sanat (Ağustos), Varlık (Eylül)’deki şiirlerinde ilk kitabı “Gün Doğsun Gül Üsteni”den (1980), ne kadar ilerde. Sade, basit, sıradan sözcüklerden sessizce kurduğu sağlam dizelerde “Mutsuz biten aşkları sorguluyor; yalnız aşkla, paylaşılınca güzel olan dünyanın” türküsünü söylüyor. “Aşktır mutsuzluğu yenmek de yetinmezlik de” diyor. Mehmet H. Doğan, Broy Dergisi, 1986, S.13
Türkçenin ses bayrağı Ahmet Ada,… Haydar Ergülen, Gösteri dergisi, sayı 13, Aralık 1981

Şiir dünyamızın önemli isimlerinden dört ödül sahibi Ahmet Ada’nın son kitabı ‘Kantolar’ raflardaki yerini aldı. 1980’li yıllar şiirinin önemli temsilcilerinden olan Ada’nın eserlerinin, destansı, lirik, hüzünlü ve incelikli olduğu eleştirmenlerce kabul edildi. Son dönem yazdığı şiirleriyle kendine yeni bir sayfa açtı ve yazdığı uzun şiirlerle göç, savaş gibi olgulara yöneldi. Bazı şiirleri yabancı dillere de çevrildi. Modern şiire dair şiir bilgisi içerikli bir elkitabı olarak nitelendirilen ‘Şiir Okuma Durakları’ adlı kitabı da var. Şiirin problemleri ve İkinci Yeni şiirler üzerine yazdığı eleştirel ve çözümleyici yazılarıyla dikkat çekmeyi başardı. Şiirlerinde hüzün, aşk, ölüm gibi konular üzerinde duran Ahmet Ada ‘Kantolar’da, taşra, kültür, yaşam üzerine bu kavramları yeniden sorguluyor. ‘Kantolar’, okuyucuya şiirsel anlamlar sunan bir kitap.

Radikal Kitap, 3 Mart 2006, Sayı: 259

Sevgili Ada, şiirine olağanüstü bir akıcılık sağlamış! “Yağmur dinerse anlaşılırdı varoluşumuz. Saçlarımız tırnaklarımız gözlerimiz anlaşılırdı” . Bu ustalık değil de nedir?

İhsan Üren, Şiirimizde Ufuk Turu, Akatalpa Eki, Şubat 2007



Artık, şairin, dünya şiirine kapılarını açma çabası kitapta dikkati çekiyor. Bu kantolara yer yer de ironi sızmış. Yaratılan imge ve metaforlar, farklı katmanlarda okunabiliyor. Aslında, şair yalnız gözlediği izlediği doğayı değil, kendi ve insanın doğasını da tüm griftliğiyle imgelerine yediriyor. Yeni Kantolar, önceki gibi apayrı duyargalarla, heyecanla okunan bir kitap.

Orhan Kahyaoğlu, Radikal Kitap, 25 Ocak 2008, Sayı:358

Hayat Ahmet Ada şiirinin sözlüğü gibidir. Hayatın içindeki hemen her şey yer bulur kendine onun şiirlerinde. Aşktan ayrılığa, müzikten kediye, ağaçtan yağmura, çekiçten işçiye, yüzükten şapkaya her nesne girmiştir şiirine. Algı penceresinden geçen hemen her şeyi şiirleştirmeyi bilmiş, “beni mi sordunuz söyleyeyim / bırakılmış biriyim huzurevine” dizesini yazacak kadar kanamış ve kanatmıştır. Bugün artık düşünmediğimiz pek çok şeyi bize yeniden düşündüren bir şiirdir onun şiiri. Dışarıya bakmanın, soluk almanın, görmenin ve öğrenmenin şiiridir. Onu okudukça duygusunu ve çağrışımlarını unuttuğu ne kadar çok sözcük olduğunun farkına varır insan. Sözcükleri unutmak tehlikelidir. Çünkü onları unutmak bazı duyarlıkları da unutmaktır.

Emel Güz, Sincan İstasyonu, Aralık 2008, Sayı: 16, Sayfa: 9



















































SEÇME ŞİİRLER


YER ALTI


Işık diye gökyüzünü kemirenler vardır
Kapanık havalarda sessizliği biçenler
Ölüler vardır şaşkın dumanlar içinde
Yeleleri kırkılmamış dalgalarla gelen

Kökler vardır kimselerin bilmediği
Sıradağlar acı çanak göller
İğdiş bir uykuda unutulan

Sayısız düşünceler düşler vardır
Kurumlu, kof gürültüde yiten
Her biri bıçaklanmış şarkı sanki
Ya da dize, donatılan fişekten


YAĞMUR, TOPRAK, KEDER


Oturdum kır kahvesine
Havada toprak kokusu

Yumuşacık yağmur yağıyor
Okulsuz çocukların düşlerine
Işığı tüketilmiş
Can kara gözlerine

Yağmurla toprakla yaralı
Bir güz kahvesinde ikindi
Küçücük bir çocuğun saflığı
Doldurdu yüreğimi

Bugün gonca alevi keder
Ufkuma inceden yağıyor
Yağmurla beraber












ÜLKE


Akdeniz mavisi saklı koynunda
Ey gül yanığı güller ülkesi
Yoldaşlık etsem kanlı gömleğinin acılarına
Küllerle savrulan ay ışığında

Kanadı gümüş bir kuş olup da
Yaz kış demeden dolaşsam dere boylarını
Kırmızı bulutları, sulara dökülen
Gazel yaprağına yazsam çığlığını

Umut hilesiz karanfilse sorguda
Tutuklanmayı bekler kimimiz geceleri
Ey türküleri çiçek döken ülke
Yurtseverlerin, yiğit şairlerin nerde

Ey seher karanlığında açan çiçek
İnce ince yağışı yağmurun köklerine
Başını dik tut rüzgâra karşı
Dayan diyedir düşmanın zincirine

O nazlı nilüferler yoksa da sularında
Ceylanlar iner gözlerinin aynasına
Ne güne durursun seyirt haydi
Patlayan bahardır dal uçlarında


ACIYLA AKRAN


Burada mayalanan aşkın yedeğinde
Gün vurdu mu yüzünü sulara
Bir haber beklerim sevinçli
Ulaşan mermere, taşa, içerdeki dosta
Usulcacık bir türküye girer gibi
Bir haber; kuşların kanadında

Burada taşrada bir esimlik rüzgâr
Üşüttü mü gül yaprağını gizlice
Duyarım yüreğimde sessizce
Geri gelmeyecek örselenmiş gençliğimi

Bir haber döndürebilir beni
Buğulu mavi bozkır günlerime
Sarınıp yıldızlı gecelere, öyle ki
Çekip gidebilirim ipsiz serseri
Çalımsız bir ıslık tutturarak
Kırık dökük dizelerime benzeyen

Burada ırmağın sesinden başka
Yüreğimi uslandıracak kimse kalmadı
Haber gönder, çık gel, acıyla akranım artık
Ağarabilir usulca göğsümdeki karaltı




KÜÇÜK ESKİZLER II


Eski fotoğraflardan sızardı sabaha
Düşlerimde bir çocuğun esmer yüzü
Ve bir çift doru atın çektiği güneş
Ağır ağır batarken ara sokaklardan
Bazen koşup asılırdım faytonlara

Güneşi cebime koyup giderdim
Irmak kıyısının çiçeksiz bayırlarına
Kış ikindisinde, yağmurun sesinde
Akarken su gibi gencecik ömrüm
Aşk denen ışıklı aldanışa doğru

Ne çok yağmur yağardı güneye
İnceden ince bakışlarım ıslanırdı
Ahşap bir evin penceresinde
Mektuplar yazardım portakal mavisince
Yüreğimden seken umutsuz aşkla

Ne kaldı çocukluğumdan geriye
Eşiklerine akşamüstü oturulan evler mi
Kanaviçe, dantel ören çeyizlerine
Kızlar mı kırık gönüllü, gür kirpikli
Ne kaldı yiten anılardan başka





























YAZ KIRLANGICI OLSAM


Yaz kırlangıcı olsam özgür
Kurtulur muyum boğucu havadan
Soğuk nezaketten
Tutkusuz merhabadan
İğreti gülüşten
Sahte incelikten
Apansız sirenlerden
Kan sızan gazetelerden
Kaygılı bakışların tanıklığından

Yaz kırlangıcı olsam özgür
Uçarım süreğen gül kokan konaklardan
Unutulmuş korulardan
El değmemiş örenlerden
Bir de garip bir de yiğit
Geceye değen türkülerden

Rüzgârını salınca aynalı çarşı
Sokak aralığı ön avlu bir süre
Gül kokar gökyüzü kokar yabansı
Bırakıp giderim kanatlarımın sesini
Okul dönüşü küçük kızlara

Öyle hafif öyle uçarı
Yaz kırlangıcı olsam özgür
Uçarım yağmur tanesi olana dek
Bir yanda nefes nefese bulut
Bir yanda gönül çelen dünya
Bir yanda ayrılık, bir yanda kavuşma
Yaşamak şaşılacak denli güzelken




















ASMAALTI ÇAYEVİ


Burda bu göl kenarında
Asmaaltı çayevinde
Ürpertip dingin suda nilüferleri
Rengârenk güvercinler uçuşur
Kanatlarında rüzgâr ateşi

Burda bu göl kenarında
Asmaaltı çayevinde bir Pazar
Vurdular arkadaşı akşamüstü
Buyruk verilmiş olmalı
Birden havalandı kuşlar

Kaldı gül ağacından ağızlığı
Dost olduğum masada
Ölüm âsi oldu besbelli
Acı dem oldu yüreğimde
Almaaltı çayevinde


YAZ SÜRGÜNÜ


Kanayan yüreğine ülkemin
İncinmiş ev içleri sokulmuş
Ak karanfiller pencerelerde
Ağlatmasa ay ışığını
Çekip gitmezdim
Yağmur kokan sokaklara

Çekip gitmezdim
Çiçekli boylarına ırmağın



KEREM YOLUNDA


Gencim, hayat ne kadar yalın
Sular ne kadar duru, aydınlık
Sevgilimin yüzü gibi, kırda nergisler gibi
Diyelim yükü özlem olan bir trenin
Uçsuz bucaksız, sakin
Bir ovada enginlere koşuşu gibi

Gencim, hüzünler taşırım cesaretle
Acılar, her biri kayıp giden dizelerimden
Bir yıldız nasıl gökyüzünden
Yaz gecesine kayarsa öyle
Sevinçlerim de gösterişsiz, sade
Yitip gider sinema önlerinde



SONBAHAR YİTİMİN EZGİSİ


Bak ben bir çocuktan çıktım haylaz sarışın
Yüzümü güneşe tuttum, aykırı bir çocuktum
Buğday başakları arasından dünyaya gülümseyen

Bir sonbahar yüzümü yağmurda eskittim
Aynaları öptürdüm, aynaları dünyaya tuttum
Kuşlar uçuştular içinden dört bir yana

Ey sonbahar! Yaprak yaprak savruluşun büyüsü
Sevgilerimi sıcak sakla, acılarımı dağıt git

Bak ben bir çocuktum sarışın kiraz küpeli
Suçum yok sendelediysem bir aşk yangınıyla
Çünkü ölümdü ayrılıktı yalnızlıktı
Kalbin akan sesiyle daha yeni tanıştım

Bak ben başak kadar çocuktum ablası olmayan
Şiir çektim ayrılıklarla gölgelenmiş aşklardan
Uyanıp her gece uykudan denize açıldım.
Ah denize gömseydim denize gömseydim
Av şarkılarımı, ayrılıklarla biten aşklarımı
Ay bütün gece dizlerimde kanadığı zaman

Bak ben okuldan kaçtım üstüm başım kırağı

Kıskandım kuşların ulaşamadığı başı dumanlı dağları
Günlerdir kendime yakıştırdım, kuşlar yağdı şakaklarıma
Sonra yürüdüm her duvara bir pencere açarak
Yürüdüm dilimin ucunda yaprak döken bir türkü




















KARANFİLLİ


Eksiltici bütün sözcükleri tüketirsin
Bir sokak berberi gibi pırıl pırıl edersin
Ey şair! Bulutlu gökyüzünü
Sonra bir çiçekle yokuş yoldan
Denize giden çocuğun gülüşünü
Bayramları, dürbünleri, çay bahçelerini seven
Sarışın, kırgın çocuğun gülüşünü
Gün olur benzetirsin bir gülün açılışına

Koskoca bir aşkı yatıştırır
Uçup gidersin yakanda karanfille

Bir gün anlaşılır elbet şiirine yakıştığın
Çılgın bir yürüyüşçü olduğun anlaşılır
Adın anılınca otobüs duraklarında
Çiçek aşısı gibi bir iyimserlik kalır

Evet, eksiltici bütün sözcükleri silersin
Yalnızlığı yokluğu yalanı umutsuzluğu
Koskoca bir aşkı kuşanırsın yaz kış yaşanan
Bir çiçek bir anı durmadan kanayan
Senin kalbindir yılmayan
Elbet gelecekte bir güzelliğe ulaşır
Bir kenti motor sesleriyle kuşatanlarla
Bir kenti birden davul zurna halaylarla


DENİZ KIYISINDA


Bir kız ki hüzünden incelmiş sesi
İşte yanı başımda, yağmurdan önce
Şiirlerime girer masamı karıştırır
Sözcükleri savurur gökyüzüne

Her gün burada bir adım
Ötemizde bir atardamardır deniz
Yaralı bir martı sürüsü çığlık
Çığlığa kanat vurur gökyüzüne

Karanfil kokuşlu burada hava
Saçlarına siner, çözüp dağıtırım
Saçların güzel ne güzel
Kokusu saçılır sayfaların arasına

İşte burada deniz kıyısında
Bir çınar gölgesi bile yok
Kuşların kanat izleri yalnızca
Gülde, saksıdaki karanfilde.

Senin poyrazlayan uçarı kalbinde



AVLU


Sen yoktun avlu karanfil kokuyordu
Her yerinden gül sızan bir gündü
Gökte bir turna uçsa yakışırdı göğe
Daracık sokağa karpuz satıcıları yakışırdı
Bize benzerdi huyları duruşları
Belki bir aldanıştı yaşayışları

Taş avluda bir sepet kiraz duruyordu
Yanında erişilmez bir kedi uyuyordu
Hüznü sevince dönüştüren baba evinde
Yoktun işte çiçek sulayan ellerin yoktu
Denize doğru bir kırlangıç süzülüyordu

Sen yoktun çeşmeden yıllar akıyordu
Menekşe kokulu sinemalar akıyordu
Damda bir çocuk uçurtma uçuruyordu
Sevinci çavlan gibi dökülen bir çocuk
Avludan bakınca tanıdım çocukluğumdu

Duvarda sarmaşık sessizce büyüyordu
Boş ibrik avluda susamışçasına duruyordu
Sen yoktun birazdan gelirden serin çarşıdan
Sen iyiydin ama her zaman iyiydin
Mavi bir gökyüzü gibiydin, sıla gibiydin


YAKSANA BİR SİGARA


Malta kahvesinde akşam oldu
İstanbul koktu çay, simit, mor menekşe
Yaksana bir sigara, aşksızlık öldürür adamı
Yaz nedir ki yoksa, yaralı bir aşk belki
Salınarak yürüyen öfkeli bir karanfil
Sevda belki yeşeren saksıdaki

Sokaklar gül yası, çocuklar ağlamaklı
Bir yağmur yağsa dağılır elbet bu sıkıntı

İşçi kahvesinde rüzgârsız akşam oldu
Yaksana bir sigara, işsizlik öldürür adamı
Çocuklar çiçekler vapur saatleri
Ayın kandili güzelim kardeşim
Ekmeğin buğusu suyun öyküsü
Aşka benziyordu aşka benziyordu

İşsiz umarsız birine akşam oldu
Aşklar bitti atlar denize indi
Deniz ki açıldık ay saatleriydi
Paylaşmak için balıkçıların mutsuzluğunu
Yaksana bir sigara, düzelirse aşkla düzelir dünya
Yalnız aşkla, paylaşılınca güzel olan

SENİ ÇOK SEVİYORUM


Yağmurda bekleyeceksin kirpiklerin uzayacak
Akşam inecek birazdan
Issız asfalt yollara incecik akan sulara
Yürüyeceksin usul usul kirpiklerin ıslanacak
Seninle yürüyecek sevda
Mermer kaldırımlardan

-Seni çok seviyorum diyecek
Yüreğini uçurtma yapmış kız
Sen bakınca yaprak döken kız

Yürüyeceksin haylaz
Yüreğinden uçarılıklar geçirerek
Yakanda kokusunu veren bir çiçek
Mutsuz biten aşkları sorgulayan

Seni çalışacak masa, su dolu bardak
Uyanınca uykusundan o genç kız şimdi


AŞK HER YERDE


Bakışımlı bir aşktır bu, ortak kıvılcım
Paylaşılır eksiksiz hüznü bile
Pırıl pırıldır sevinci, duyulur
Kiraz dallarında rüzgâr nasıl duyulursa

Yapayalnız kalır ya bu bahçede
Aşktır akan masayla iskemle arasında
Baştan çıkarıcı bir hüzün, bir ezgi
Keten elbiseleriyle çekip gitmeleri de

Adını sile yaza kanatları aşka benzer
Aşktır gökyüzünde okuduğum kuş izi
Unutulmuş bir umuda benzer
Biliyor musun birikir azar azar
Mutluluk mudur yoksa yerleşir içime

Uzun bir ayrılıktan sonra buluşmaya benzer
Bozkırda deniz düşüne, her yerde
Merhaba der gibi başlanan işe
Çeşit çeşit sevgiye benzer
Aşktır bu aşkın uçarı başlangıcı

Aşkı görüyoruz ela gözlerde
Gözlerin renginde, rengin derinliğinde
Şu yanmış yıkılmış dünyada acı her yerde
Öyleyse dünyanın bu ucunda, tenhalarda
Aşktır umutsuzluğu yenmek de yetinmezlik de



SOKAKLARA KUŞLARA ŞİİR


Kışa hazırlanmanın güzelliğindedir kuşlar
Sokaklar onlarla dolu, gün boyu böyledir çarşılar

Ben çıkar giderim budur bana yakışan
Sokakta kalır sevinci uçurtma ipi çocuklar

Yağmuru bol bir gündür, belki bir pazar
Ben giderim çoğalır şehirde metal yalnızlıklar

Sular ürperir güller dökülür sonunda anlarım
Şuramdan bir kış savrulur ve eski aşklar

Sokakların tarihinde adım yok ne çıkar
Duvardan püsküren çiçek sana sonsuz saygım var

Önünden geçiyorum nişan al ateş et
Ey yüce gönüllü kış, bak hâlâ alçaktan uçuyor kuşlar



SERSERİ BİR ÇOCUĞA


Sevdası temize çıktı saatler kuruldu zamana
Bir çocuğun suçsuzluğu asıldı duvarlara

Ay ışığında türkü söyledi revnaklı iki çocuğa
Denize gül düşürdü koşarken soluk soluğa

Bir özür müydü yaşadığı yanlış macera
Yoksa bir ödeşme mi darmadağın yalnızlığa

Bilirim depoya çekilmiş tenha bir tramvay delisidir
Aşkı yüksek sıradağlar dizisi kadar eskidir

Öyle külhan ve başıbozuk yaşadı bir zaman
Bu çalık ömür düşer bir gün tekrar yollara
















SİNEMA KUŞU


Seni fotoğraf çektirmek için oturmuş buldum
Bir sokak fotoğrafçısına kara körüklü eski

Seni sinema önünde buldum öyle keyifli
Olmadık serüvenler yaşamış dört kol çengi

Baktım şarkı söylüyor kirpiklerinin ucu
‘Ölürsem yazıktır sana kanmadan’

Sen busun işte, ipeğin parçalanmış hüznü
Doluya tutulmuş bir kuş yüreği kırılgan

İşte iri puntolarla yazıyorum, her dizeden su
Kuşları kalkıyor, bu çocuklar gibi sevindirir seni
Ben sevdikçe tuhaftır akasyalar büyüyor

Sonra mavilik mi desem öyle bir sevda
Sen busun işte, bir sinema kuşu pür telaş yaşayan


BİR ŞİİRSEVER KENDİNİ OKUYOR


I

Bir şiirsever duvarın önünde duruyor
Eğilip bakıyorum şiirlerimi okuyor

II

Kirleniyor şiir ve sahici aşklar
Sen yine okul şarkıları koy ceplerime
Gidelim buralardan eskiyor sokaklar

Sevincelik çok şey vardı tükeniyor hepsi
Sen gülümseyince şuracıkta yine
Bir kapı açılıyor yüreğimde, bir kapı Selçukî

Metal paralar gibi kirleniyor şehir
Çok derinlerde kalıyor bir çiçek

Bak işte denizi eleştiriyor üç martı
Kirleniyor kanatları

Adresleri değişiyor kuşların göçüyorlar
Sen yine gün tazesi güzelliği koy çantama
Göçelim buralardan kuşlar da toplanıyorlar

III

Bir adam şiirler okuyor arkasında duvar yok
Eğilip bakıyorum bu benim suretim


BİR ÇOCUK


Sen ey engin gönüllü düş sever
Sıfatsız derviş
Dolaştın içinde hep özveriyle
Doğu’yu, Batı’yı, sokakları
Sokaklar ki leylak kokardı
Şuraya koymuştum masaya
Çiçeklerin sokak görgüsünü
Sokakların çiçek görgüsünü

Sen ey uçuruma atlayan çocuk
Anlat şimdi uçurumu, uçarı çiçekleri
Bazı güneşleri büyük sulara akan
Bazı aşkları beyaz sessizliğe akan

Bak işte geçti yine
İçinden sümbül yeleli bir at

Sen ey uslanmaz kalender
Doğu’lu bilge, gün doğdu bak
Hasret burcuna düştü
İmgelerin sınırsız dalga boyu

Deniz kıyısında denize karşı
Yaktı sigarasını bir atlı

Sen ey uslanmaz uçarı çocuk
Anlat şimdi vişneçürüğü ufku
Uçurum sessizliğinde suçsuzluğunu
Bak işte Cemal abidir
Laleli’den dünyaya doğru giden bir tramvayda
Onun kasketine yağan yağmuru anlat



ŞİİR


İşte yine sığmıyorsun hiçbir kitaba
Sen ey uçurumdan çekilen şiir
Hangi sürgünden dönüyorsun kim bilir
Bir elinde üçüncü mevki tren bileti
Bir elinde de kış çiçeği
Sevdiğin bir genç kız için













HAL VE GİDİŞ


Yazdan eksiltildi bir dilim karpuz
Bir deli karanfilden sonra
Bir deniz kıyısında uçuk mavi
Hadi durmayın kirazlar kirazlar
Kirazlardan eksiltildi gökyüzü dolusu

Vivaldi dinliyordum bir bahçede yazdı
Bir kırlangıç yağmuru suçüstü yakaladı
Roma’da da böyle yağardı Van’da da
Gökyüzü bin bulutla dolaşır dururdu
Bulutlar da eksilirdi demiştim burada

Bir paket sigaradan, bir bardak demli çaydan
Uçsuz bucaksız yolculuklardan
Yolların bir sonuca gidişinden
İstasyonların hüzünlü kalbinden eksiltildi

Günlerden gecelerden eksiltildi
Hüzünlerden, dalıp dalıp gitmelerden
Adreslerden adressiz şairlerden
İncecik bir çınar yaprağına gölgesi düşen
Ansızın sevinçlere akan yüzlerden

Hırçın bir yazdı yaz kuşlarına göre
Günlerden kısaldı aylar içerde geçirildi
Daracık avlulardan gökyüzü eksiltildi
Hadi durmayın kuşlar kuşlar
Aşklar ve zarfsız mektuplardan eksiltildi

























ŞEHNAZ LONGA


Gelincikleri soruyordun ya erken saatlerde
Sokağın ucundan baktım yoktu ovada
Yelkovan kuşları vardı denize doğru uçan
Mekanik çığlıklardan haberli, minarelerden
Çatılarda dem çeken güvercinlerden

Oturmuş düşlerini örüyordu yaşlı bir kadın
Avucunun içinde dağ göllerinin sesi

Baktım eski güneş paltosunu çıkarıyordu
Kapılardan sızıyordu sokağa şehnaz longa

Gülleri soruyordun ya güz geldi işte
Küstüm ben mayısa, bahar kuşuna
Umut türküleri yağmurun sicimlerine düğümlendi
Baktım güne sızıyordu şuradan buradan sonbahar
Tentelerin, ipek sedirlerin sesine
Sonra mahmur gözlerine düş rengi

Taşıttan indim yağmur dindi birdenbire
Baktım içimde ezik bir yaprak sesi

Yürüdüm, sarı yapraklar uçuştu önümde
Gün ikindi oldu çiçeksiz işsiz gün
Çok şey yazıldı ya kırık bir hüzün
Hep vardı kalbimde, kalbimse kaldı
Denize karşı bir park kanepesinde,

Resim çektirdim sesim de çıktı sessizliğim de



























ANISINI YİTİRDİM


Üstümde gergefçi bir gökyüzü
Yitirdim denizimi, Akdeniz’di elbet
Yazdı, sarı saçları gümrah yaz
Evler sabah mahmurluğundaydı, sokaklar çakırkeyif
Sokak satıcılarının Yılmaz Güney’e özenen tavırları vardı
Kondulardan geliyorlardı yürüyüşleri çalımlıydı
Çınçın sesleri sinerdi şuramıza

Yitirdim çıngı seslerini ilkyazın
Düşlerime giren tiril tiril atları
Sonra kör kadını, yazlık sinemaları
Yok hiçbiri şimdi, gramofon çiçeği
Sabahlarının içinden geçtim sanki

Caz sever bir arkadaşım vardı
Bir hüzün anıtı gibi dolaşırdı dağ başlarında
Yorulasıya severdi göçmen kuşları
Bir gün, bir ikindiüstü
Kadeh tutuşlarının resmini çektim
Mavi gömleğindeki kuşlar da çıktı

Güneyli bir kuş vardı ki
Ağzında kullanılmamış çayır sesi
Alır başını göklere giderdi
Bir dolu kuş içinde küçük kuşumu yitirdim

Parasını gösteren bir çocuğun sevinciydim

























GÜNYENİSİ KÜÇÜK KIZ


Bir park kanepesine oturuyorum deniz
kıyısındaki, burnumda tütüyor
günyenisi küçük kız, bir çocuk kadar
suçsuzum onu sevmekle, bunun için
ilgileniyorum kırgın çiçeklerle

Baktıkça resmine gül açılıyor parmak
uçlarımda, ne çok istiyorum onu
gün eskiten gözleri değdikçe günebakanlara
nasıl da yakıştırıyorum günebakanları
gözlerine

Serçelerle, evet serçelerle geçiyorum
ara sokaklardan, oyun oynuyor toz
duman içinde çocuklar, geçiyorum
içimde hüzne benzer bir duyguyla

Şimdi şuradan koşuyorum
kuşlar kalkıyor koştuğum taşlıklardan
bir aldanış mı yaşadığım yoksa
bilmiyorum ne kadar koşabilirim
eskimez yeşil pabuçlarla gelen aşka

Ey serçe gölgeleriyle lekeli ara sokaklar
nasıl da sendeliyor kalbim küçük
bir kız için, yürüyüp gidiyorum yüzümü
bir Akdeniz çiçeğine gömerek

Sevincimi bozuk paralar gibi dağıtıyorum



MARİKA’YA HÜZÜN GAZELİ


Ay açığı geceden ipek sesi hüzne çalar gelir
Kapmış udunu göç yollarından kanar gelir

Pire’de ay açığı bir gecede dinledim sazlı bir kahvede
Sevgili Marika güzel ablam kim bilir ne umar gelir

Yıl 1934, Marika’nın yüzünde yüzlerce keder
Sesine hayatı yüklemiş acıları sınar gelir

Umutsuzluk mu gurbet acısı mı seninle kol kola
Sevgili Marika taş plaktan sesin yanar gelir

Bir toprağın bile yok bol olsun diyeceğim ama
Kuşlar Atina’dan Pire’den İzmir’e hâlâ döner gelir





ARTEMİS’E ESKİYEN GAZEL


Gurbete düşen kuşlardık, kona göçe yokuş eskir
Kar yağar hiç durmadan göğsümdeki kış eskir

Bu dünyayı nasıl da sevdim, seni sevdim Rita
Bulutlardı yüzgörümlük, çılgın müzik ve alkış eskir

Biliyor musun ölümün sokak ortasında olacak Rita
Bu dünyadan kopuş ya da taksimden çıkış eskir

Sekide gördüğüm kuştu bu İzmir’e doğru uçan
Öyle bir şeydi gurbet, yanıp sönen bakış eskir

Unutma Artemis, gurbete düşer her zaman Helin’in
Gözleri doğu illerinde, gözlerinde nakış eskir



YANNİS’E KUŞLAR GAZELİ


Her gün bu sokaktan gökyokuş gider Yannis
Dürüst ve sıradan bir adam çocukluğunu savurmuş

Belli ki eksik ve kötü yaşamış, kırgın dünyaya
Hüzünlerle dolu yüreği kederden boğulmuş

Hey Yannis geceyi gördüm! Mudanya gecesini
Göçmüştü gösterişsiz Rumlar, evlerin ışıkları solmuş

Öyle ki koca bir çocuk cebinde kuş üzümüyle
Ömrünü plaklara sile yaza yorulmuş

Sırmasız kaptan, sevgili şövalye: Yannis Papayuannu
Akşam inerken Pire’ye kuşlara kardeş olmuş




















ŞİİRE SÜRGÜN ÇOCUK GAZELİ


Gülkurusu yazdı. Ay gömülürdü sulara. Odalarda
Ayna dağınıklığı koca yaz boyu sürerdi

Baban lavta çalardı şurada şu eski kahvede
Demli bir çay aranızda kardeşliğin imgesiydi

Sen bir lavta sesiydin Akdenizli. Girit’ten
Yavaş yavaş açılırdı önünde haziran penceresi

İşte böyle öğrendin mavi taşın işlediğini,
Yağmurun getirdiği göçmen kuşun kimsesizliğini

Yaşadın biriktin işte! Her şey sahiciydi,
Sen ey şiire sürgün çocuk! Çiçek tozusun şimdi


SOLGUN ABLALAR GAZELİ


Eski gramofonlarda gül sesi eskir yaz gelir
Belli ki yaz değil kuşlar göğünden ablam gelir

Ablam gül yetiştirir çiçeksiz balkonda
Solgun bir nehirdir gövdesi, umutsuzluğu sular gelir

Annemin başında kocaman bir şapka, Girit’ten
Gelmişiz biz, ablam sevda şarkıları sular gelir

Solgun bir halk şarkısıdır ablamın gölgesi
Külhan bir ay çıkar, kapı önlerini sular gelir

Ben şuraya koymuştum plakları, şimdi kış abla,
Bir gün çalınır radyolarda dünya içre zaman gelir





















ABLAM İÇİN GAZEL


Ablam çiçekli basma giyerdi. Gurbet ustasıydı,
Sıla mı, hüzün saatleri mi. Eylülün ilk haftasıydı,

Saçlarını tarasa akıp giderdi onlarca keder
Darılsa bana kumral bir yalnızlığa başlardı

Verandanın köşesinde siyah beyazdı sesi
Ablam yaşasaydı solgun şarkılar söylerdi

Eylül müydü albümden düşmüş sonbahar mı
Ne güzel bir güldü bütün özlemi sarardı

Bir gün kalbi kuş uçmayan atlaslara gömüldü
Yaşasaydı kuş olup cezayir menekşelerine konardı


İSTANBUL


Gül mevsimi, bir kıyı kahvesinde
Oturup dinliyorum dünyanın sesini
Toprak saksıda bir avuç fesleğen
Deniz ve gece kokuyor İstanbul

Birazdan çingene çiçekçiler gidecek
Kadıköy iskele alanından
Ay ışığı düşecek omuzlarına gözleri hareli
Umulmadık sevgiyle kuşatacak beni

Oturup bekliyorum Kadıköy kıyı kahvesinde
Alaturka şarkılar savruluyor gökyüzüne
Denizini yitirmemiş henüz yakamoz
Bir vapur geliyor suları köpürte köpürte
Ne iyi, tarazlanmış ömrüm akıyor bir bütüne

Çiçekleri suluyor balkonda bir kadın
İğne oyalı bir perdenin önünde
Dondurma yiyor uçurtma çocuk
Yanında tekir kedi
Buradan görüyorum, elimde Üvercinka
Cemal abi birazdan çıkıp gelecek sanki

Derken tam üstümde çığlık çığlığa kuşlar
İçimde gurbete düşmüş bir şair hali









KUŞ GÖĞÜ


Bir kuş göğü, ipeğe dönen hava
Bir kuş gönder dağınık saçlarından
İsteklerini özlemlerini öpüşlerini gönder
Bir öğle vakti boğulurken kederden

Gök armağanı mıydı uçuşan şapkan
Onu gönder, duvardan duvara akarken
Gölgen, kuşlar sarmaşıklarla örülü
Pencerelere konarken bir akşamüstü

Bir kuş sürüsü çıkar kalbinden
Kuş göğü mevsimine gönder

Sık sık yaz bana sevdanı gönder
İçinde mekik gibi işleyip duran
Sevdanı gönder, yaz gönder kuşlu
mektuplar kalbinden


YAĞMUR YAĞARDI DA ŞEMSİYESİ OLMAZDI


Yazsa eski bir pencere gül açılırdı
Kimi zaman da ay ışığı çocukluk yıllarından
Balkonları Akdenizli evlerdendi evleri
Horozibiği aslanağzı fesleğen kokardı

Saçları okşanmak için miydi evet öyleydi
Üstelik yağmurda göğe doğru uzardı
Yağmur yağardı da şemsiyesi olmazdı
Arka mahallede ceplerine yağmur dolardı

Sesi siyah beyaz mıydı evet öyleydi
Bir hüzün sonbaharı ki hep oydu
Diyelim çeşmeler dondu, dallar kırıldı
Kış oydu, içimdeki fırtına o

Bütün kış saçları portakal kokardı
Oydu mahallenin göğe ağan kızı
Yalın bir kışı başlatan oydu
Yağmur yağsa saçak altı arayan o

Bir ayrıntı değildi saçındaki kurdela
Kirpiklerinin bir buluta özenişi
Kirpikleri mavi miydi evet öyleydi
Yağmur yağsa mis gibi yağmur kokardı

Yağmur yağardı da şemsiyesi olmazdı












KUŞLARA YENİLEN


Bütün dönemeçleri geçtim, ağaçları bir bir
Tenha sokaklar nerde, nerde kim bilir
Mataram yok, sevgilim gelmedi, yüreğim yıkık
Kuşlar birikmiş alnıma, neredeye dek gidilebilir

Sır tutmaz yüreğim saklım yok sizden
Kim bilir kimim, neyim ben
Cebimde telefon defterim, şurada yitimi geçliğimin
Yol üstü duvara tünemiş serçe sürüleri

Bulutsuz Eylül’ü geçtim, söğütleri bir bir
Aradığım adreslerde dostlar yok, telefonlar kesik
Biraz daha değiştim, dağları göstererek kuşlara

Ahşap evleri geçtim, hüzünlü şarkıları
Radyoda fasıl ve sokağın hiç durmayan cümbüşü
Kuşlar şiirlerime düşen gölgelerinden tanıyorlar beni

Mataram yok, yüreğim yıkık, sevgilim gelmedi
Sizden bir şey saklamadım, elimde olsa
Yenilerdim serçelerle ve çiçeklerle adres defterimi



DOLAMBAÇ


Kırgınlığın hatırası bu oda. Balkonsa
bağlara bakıyor yaz kış. Eskiden de vardı bu
masa. Üstünde ışıldayan birkaç dize. – Seni
görüyorum. Yirmi yıl önceki gibi çalışıyorsun.
Elinde gülden terazi. Kulağında sokağın sesi.
Aşıyorsun bir dolambacı daha. Bir öngörü şiiri,
önsezi dolu bir keman. İnce, müzikli.
Yüzünü gizliyor akasya dalının gölgesi.

















BEGONYALI PENCERE


Senin bu küsümser yüz
Bir ağlar bir gülersin

Seninle ayakta duruyor
Hercai sözcüğü.
Seninle biçim-bozuma
Uğruyor Türkçe.
Günübirlik değerleri ters yüz ede ede
Döküntü değeri kazanıyor
Her sevgili.

Yüzün göğe açılmış
Gündeş yazı
Begonyalı pencere



GELİNCİKLER


Demir yolunun iki yakasında bir şey bol: Gelin-
cikler. İstasyon uzakta uykulu. Güvercinler fıskiyeler
gibi açmış kanatlarını gökyüzüne. Senin biçimine gir-
mişler. Anılar birikmiş gözlerine. Sarmaşıklı duvarlar,
balkonlar, pencereler.
Sahi, kaç yıl geçti sözcükler büyüsünü yitireli?
Bir şeyler var hâlâ kanıyor: Mumlar ve karanfiller.



























SULTANİYEGÂH


Sultaniyegâh Saz Semâisi çalıyor Hacı Arif Bey-
den. İşliyor ruhuma yitip giden kanun sesinde ahşap
işlemeli ev. Döne döne yağıyor Sultaniyegâh
yağmurun sesiyle. Fır dönüyorum bulvarı, yanımda
müziğin sesi. İşliyor içime güz ve biraz keder.
Kör bir çeşme gibiyim burada, Kayseri’de.



AKDENİZLİ


Bir gidip bir gelmenin adıydı Aşk. Akşam inince
balkona, perdeler çekilir, susardı eşya. Sonra? Sonra,
bilinirdi acıyı bitiştirdiğim kocaman dünyaya. O gelir
rengârenk çiçekler açardı. Gece çiçekleri silip
süpürürdü hüzünleri. O gider gitmek ona yeterdi. O
gider yağmurda saçlarını yıkardı. O gider bendeki
yıkıntı sürerdi.
Bir mavi: ulaşılmaz mavi. Birkaç çiçek: gelincik,
Cezayir menekşesi, fulya. Kırık bir ayna: dünya. O gi-
der ben seyrederdim ulaşılmazları. Dar sokaklardan.
O gider yoksulluklar başlardı. Usanırdım ayrılıklardan.
O bilirdi ayrılıkları en iyi. Pencerelerin rüyasını.
Kavakların ürperişini. Kavun taşıyan kamyonların
kanatlanışını. Ayazmaların serinliğini.
Yanımda kalsa burada,
Yüzü bütün Akdeniz’i özetlerdi.


























UMARSIZ AŞK


Telefonun öbür ucunda çiçek açıyor sesin. – Çık
gel, diyorsun. Sesin yağmurun çok yakından sesi.
Oysa yaz baktım ki beni bekliyor. Camgüzellerinin
kırmızısı saçlarının içinde. Başını koyuyorsun dizlerime.
Saçların çay kokuyor. Gövdene sarılıyorum birdenbire
sevdanın sesi. Damağımda öpüşlerin sonsuz sesi.
Bulutlar akıyor gövdemizden.

Çay demliyorsun hüzne benzer
Kaç yaz var içinde, umutsuz kaç aşk
Biliyor musun yeryüzünde hiçbir
Aşk yok ki benzesin bizimkine

Çalıyorum kapını eski bir hüzün
Yaz eteğinde kanatsız bir kuş
Hiç yaşamamış olacağız nasılsa bir gün
Kuşlarla dolu bu göğü



DAMITIK AŞK


Bakışlarında senin toplanmış eşyaların hüznü
var. Bir sap karanfil duruyor suda. Solgun bir aile
albümünden çıkmış gibisin. Eteklerini çekiştiriyor
çiçek bozuğu bir çocuk. Oğlun bu. Göğsünün taze
kokusu.
Toplanmış eşyalar buruşturuyor sevinci.
Sevinçler, acılar, kuşlar birikiyor telefondaki sesine.
Sevdanın parıltısı sesinden geçiyor, bir de gölgeli
pencerelerden kırlangıçlar.
- Aşkımsın, U dönüşü bir mevsim
Adresim iyi kalpli Ay Işığı




















ÇOK YAKINDAN


Yaz sonu pazar yeri satıcılarının birdenbire
uçtuğunu gördüm. Göğün mavisini doldurdukları
göğüslerinin havalanışı görülmeye değerdi. Göğe
çekildiler, sirensiz, kıyısız göğe. Perşembe pazarının
kuşları göğe çekilişi seyrettiler. Ağaçsız yapraksız bir
hüzün içindeydiler.
Akşam olunca kuşlar ve satıcılar nereye gittiler?
Göğün müziği başladı. Ben balkona çıkıp gövdemin
ışığını yaktım. Sevda içindeydi gövdem. Sonbaharla
bütünleşen yapraklarını dökmüştü. Çocukluğumun
saklandığı sokağa baktım. Ay Işığı geçiyordu unutul-
muş bir düş gibi üstünde yağmurluğu.
Sonra o da göğe çekildi, artık bir mor menekşesi
bile olmayan göğe.

Az şey mi şaşırtmak yeri göğü
Doya doya severek iki kalbi
Hayır ben yitirmedim güllerden örülmüş sevgiyi
Bazen küssem kırılsam da
Yarım kalmış dizelerde
Bir gün ağartıp gövdemi
Bir çiçek adı gibi okurum



KUŞ KIRINTILARI


- Bütün iyilikler gelincik tarlaları gibi midir?
- Evet öyledir diyor yaşlı adam.
Duvarlarda kuş kırıntıları. Bir kadın demir mer-
diveni dayamış asmaya yaprak topluyor. Doğruymuş
Gülseren Sokağı’nda vaktin akşamüstü olduğu. Ah,
nasıl da kayboluyorum sevda burgacında. Derin bir
çentik açıyor yüreğimde Haziran. Cebimde yaz
akşamlarının menekşeli bulutu. Kuşlar geçiyor
çatılardan. Sessizce geçiyorum sokağından çiçek
açan bir yürekle.
Yaz bir sevdayı hazırlıyor hâlâ
Paramparça!














SİYAH BEYAZ BİR FOTOĞRAFTA ANNEM VE BEN


Annem bukleler örerdi saçlarımdan kış günleri,
Sevinci hemencecik yağmur çiçeğiydi, iyiydi,

Annem ve ben rüzgâra asıp şapkamızı,
Bir gün resim çektirdik, bir kış ikindisiydi,

Ben beş yaşında çocuktum kış sokaklarından,
Annem geçerdi içimden, düşünmeden,
Sevgiyi kim bilir nelerle ödediğini

Galiba yazdı gök güzelliğinin değişilmediği,
Her yerde kuş gölgeleri, ayak izleri, yalınlık belki,
Öyle bir mevsimdi annemin sevgisi

Annem sevgi terzisiydi yüreği Türkçeye teyelli,
Keşke annem için biçilseydi gök ekini



BEĞENÇE


Sen çayır çimen kızkardeşi, sen
suya düşmüş nilüfer, üç beş iskemle,
bir pencere, yücegönüllü sevgi yeter,
bitektir, besleyicidir aşk gel,

Dün bir fesleğen yapraklandı, bugün
susuz, yıprak, gel de kaybolmuş
çocukluğa bir su ver, koparak
önsezi dolu denizden ve yazdan

Sanki bütün konuştuklarımız üç beş
kelime, seyreyle gülleri has bahçede,
gel de bir beğençe oluştur,
ağustos güllerinden bir çeşit kolye

Yetmedi çocukluğum, bana rüzgârgülü
bırak, hadi gel yüreğimi doldur,
su yıkık, sevda viran, tükendi azık
gel yağmuru bir sicim gibi kullanarak













TAŞIN SESİ


İki kaşın arası mum çiçeği
Çılgına döndürür kokusu göğü
Dolaştım durdum avluda
Yüzümde Hititli güneşin hüznü

Kuş gölgesinde bizimle uyudu
Yapraklar iki gövdenin örtüsü
Denizden döndüm cebimde kabuklar
Yüzümde güvercin ürpertisi

Minderimde uyudu yüzyıl
Elli yıl geçti yılları yitirdim
Konuştum biriktim gök boşluğunda
Sesim oluverdi taşın eski sesi

Yağmurun yalınayak sekişi geçti



HOMER’LE KONUŞMA


Uyandım ki çiçeğe soruyor Homeros
Denizli bir pencere önünde
Bak, ilkyaz döndü dedim koca şaire
Gök yaprağı koydum sedire

Ufak ufak tanelenen gün
Taşlığa dizili saksıların arasında
Bugünü unuturum artık
Taş bir kabartmaya baka baka

Taşın sesine soruyor Homeros
Asmanın esrik yaprakları altında
Sümbül kokan bir sokağa
Döşediler dedim parça parça

Sümbül soğanı ile gökyüzünün
İlişkisi derindi dedim dolunayda
Ölümü aldatıyoruz olsa olsa
Sevdalar benziyor vedalara











A. İÇİN


Bir gün toprağından suyundan ayrı
Kalıyorsun darmadağınık

Bir bardak suya baktığında
Denizi görüyorsun, denize atılan çiçeği
Kuşun yüklendiği bulutsun artık

Ayrılık hep şurada biliyorsun
Bir martı kanadı uzaklıkta
Yan yana otursan da bir masanın başında

Söz kimin, neler kaldı konuşulmadık
Kim bilir nerede bir aşk biterken
Alıp başını gidersin acılara alışık



ONUN EVİ KUŞLARA YAKIN


Onun evi kuşlara yakın, ne iyi
Bir kuş konsa sesine bozkırlar başlar
O şarkı söylediği zaman
Sessizliğe uzun yağmurlar yağar

Giyinmiş yalnızlığı, öğle sonu
Bakışlarında kesilmiş çiçek sapları var
Penceresinde gökyüzü, kuşlar
Nedense bir şemsiye gibi açılmışlar

Bir şey var onda olmaması gereken
Unutulmuş anılar gibi hüzünlü
Uçmuş gözlerinin mavisi
Dalıp dalıp gitmesi ondan

Yine toz alıyor, toz alışlarında
Bir yanlışı düzeltmenin rahatlığı var
Dursa biraz, sokaklar, kırlar
Bir bir penceresinden geçiyorlar

İyi ki birçok çiçeği var
Otursa bir yüzyıl çocukmuşçasına
Çiçeklerle konuşmaya başlar
Aşkı, ölümü, bir çeşit ölümsüzlüğü
O beyaz tutumuyla konuştukça
Bitişik binadan kuşlar uçar







ÇAYKOVSKİ


Odasında küskün, kırık mızıkası var
Belli ki çocukluğu sonbahar
Gün batsa da penceresinde
Masasına yağmur gibi kuşlar yağar

Okunmamış kitaplar duruyor üst üste, dergiler
Camgüzeli açmış gördün mü bak
O, bütün çiçeklerin nöbetindedir
Akdeniz bahçelerinde
Bu yüzden etrafını kuşlar sarar

Saçında incecik bir gelincik
Elbisesi yağmurdan gördün mü bak
Kim bilir nerede kar yağarken
Onun evini iyi kalpli Ay Işığı yakar

Duvara yan yana dizilmiş kuşlar var ya
Onu tanıyorlar
Tuhaf huylarına alışan komşuları
-Sevince Çaykovski dinler diyorlar
































o


odur üç gül üç köpük yaza uyanır
kim bilir nereden gelir ne kadar kalır
gelin ağlatma havasını başlatır
kederi zurnanın ucundadır
ordadır gül de gül köpüğü de
kırık bir hüzündür hem güler
hem ağlatır

bir geyiktir dağlarda ince uzun
bacakları gezer bahçelerde, iz bırakır
kışın karda, kar gibi yağar
odur kara taşa yazılı ince yazı
odur gelinlerin duvağı
odur mahzun bakan göz
odur kalbine sokulan hançer
odur kanatlarını tutuşturan ateş

üç gül köpüğüdür o
kırılgandır çıdamdır sevgisi kutludur
açılıverir dağlar sürgünden çıkagelir
eşyaya dokunsa acısı tazelenir
öfkesi kar gibi erir

yola çıkan birini andırır yalnızlığı
hiçliğe bırakılmışlığın rüzgârını estirir

odur çiçek tozu rüzgârla serpilen
gül bahçelerinden sokaklara bulvarlara
odur ipek kar beyazı gecelerde
yataklardan kayan ve yayılan dünyaya
ipeğin sesidir o, gülün köpüğü
- ya siz kimlersiniz?

















BOŞLUKTA


yanımdaki masada üç genç kız
üç güzel kız sarı saçları
bir beyzbol kepinin altındaydı
uzak bir şehre eğimliydi gözleri
cep telefonları çaldı çalacaktı

denize sokulan küçük beyaz ayaklar
gibiydi oturuşları duruşları
hiçlikte kaybolmuştular
belki kimselerin arayacağı yoktu
belki sevgileri acı tadındaydı

bir kırlangıcın yuvadan uçup gitmesi
gibiydi can sıkıntıları
yatılı okul mezunuydu acıları
evlerinden uzaktaydılar
belli ki bir boşlukta kaybolmuştular

yanımdaki masada üç güzel kızı
öylece buldum bir beyzbol kepinin
altındaydı sarı saçları
kalkıp gittiler boşlukları kaldı
sevdaları kim bilir neyin ardındaydı




VEDA


içimdeki kırık dökük camdan kule
yıkıldı, sokak aralarında kar tozuttu,
geçtim bir daha bu yollardan
yüreğim kederle dolu

ah! elimde olsa toplardım yine
içimdeki cam kulenin parçalarını
yeniden kurardım özleyerek
incelik taşıyan sözcükleri

geçti, ah geçti aşk duraklarından
suya kar taneleri düşüyordu
ben bir otobüsteydim
camlar buğulanıp üşüyordu








YALNIZLIK


kırık bir fresk, solgun anmalıklar
iki kulplu toprak testi
çinili bir tabak, çok eski bir tarak
kalıverecek burada sen uyurken

yaz geçiverecek göl durgunluğunda
çürüyen yaprak kokusu girecek odana
gökyüzüne gizlenmiş fenerler
geceleri çocukların ellerindedir
sen uyurken kâkülüne ay doğmuş bir çocuk
kapıyı aralayıp bakacak odana
telaşsız koşuşturmasız yüzüne

bisikletli günlerden sonra
yaz geçiverecek kostak kostak
sen uykudayken kelebeğin iki kanadı
gibi yan yana geliverecek yalnızlık




SAYRIYKEN


yağmurun kıyısındaydı gökyüzü ve ben
uyuyordum bir çocuğun gözlerinde
sırdaş kedim yanımdaydı
kıştı, babam öleli birkaç gün olmuştu
sesini yağmurun sesi gibi algılamıştım
buğdayların rüzgârda dalgalanışı gibi

avludan geliyordun ağaçların arasından
annem karşılamıştı, ıslanmıştın,
iyileşmem için yoğurt getirmiştin bir kâse

kent tüketmemişti henüz beni

gülün narhı yoktu, suyun kırbası

bir hüzün engeliydi buğun

sayrılık şu kara taştı, geçti
geldiğin yollardan









KARSAMBAÇ


çocukların koşuştuğu daracık sokaktan
karsambaç satıcısı görünürdü
çocuklar ah yeryüzüydü
sevinçleri ürpertileri karşılayan
küçücük göğüsleri, kuş kadar kalpleriyle

karsambaç satıcısının iki tekerlekli
arabası gelirdi yapraklı yoldan
karşılardım bozuk paralarla
parmaklarımın uzantısı bir bardak
dolusu karsambaç büyüsüydü çocukluğumun

karla örterler ya ölü kuşun üstünü
öyle gizlerdim küçük kalbimi
yaramaz bir serçeden bir de
mahallenin tatar kızlarından

annem uyumuşsa sağanaklarda
yüzüme kurtlar inerdi her akşam
babam, o atsız kalan moğol
olsa korkmazdım kurtlardan


SİMURG


içimdeki otuz kuşu yitirdim düelloda
ben o zaman kar gecelerinin kuşuydum
aykırı bir kuştum ara sokaklarda
kulaklarımda akik küpe
üstümde keten elbiseler
terziler gelmediler bayramlara geciktim
muhacir bir çocuğun bayramı mı olur dediler
ben içimdeki muhacir çocuklar için dövüştüm
suçum simurg’u öldürmekti düelloda
hüzün kehribarı sokak çocuklarına
gümüş sikkeler dağıtmaktı
o yüzden geçtim dağların ardını
denizlere ceylanı bahriler iliştirip
şeytan uçurtmaları uçurdum sokak mavisi
nüfusunun çoğunluğu denizci olan bir kentte
tanbur taksimi dinledim ihtiyar bir çalgıcıdan
dünyanın yaprakları ürperdi içimde

annem derdi ki simurg sensin a kuzu
arama onu başka hiçbir yerde

anne
simurg öldü içimde kurtuldum kaygılardan




DELİKANLI


ben düşler tramvayına binerken şehrin
pırıl pırıl bir ay doğmuş olurdu dünyaya
hanem aydınlanır annem uyanırdı
babamın serçelenmiş ayakları saçılırdı
ufak tefek sokaklara
ben sokaklara borçluyum çocukluğumu
bolluk günleri miydi babamın elinde ay ışığı
bir de dolu file, dönerdi eve,
benim yakınımdaydı
ekmek parası, gökyüzünün teri, salıncaklar,
ben çekidüzen verirdim eski dünyaya
biraz umutsuz, az ironik, bir parça kırılgan
yağmuru bol kış akşamlarında
dip odalarda kısa pantolonlu âşık
bağbozumuydum ben duygularım karmakarışık

ben aşkla ödeşir düet sona ererdi
zambak gibi sözcüklerden oluşan
nasılsa yağmur yağardı tenha vakitlere
seke seke yürüyüşünden tanırdım
yağmuru, seni, baş dönmesi serüveni

yağmurun iplerinde törendi beyaz gemi


ERGEN


sokağın çocukları o zaman bir ay damlasıydı
mongol gömlek piyanta ayakkabı
ben bayramlara saklardım sevincimi
terzileri beklerdim
diktiler mi bayramlık elbiselerimi
yükünü bende tamamlardı eksik sevinçler
benden geçen bağ-bahçe hevesiyle
annem gül yetiştirirdi kış ortasında
bir yaprak gibi açılır evden içeri
sofrayı kurar şalgam getirirdi
annem sonra nasıl soldurdu göğü
ben aşka çalışırken, anlayamazdım,
çok yağmur yağdı, babam öldü,
yağmurun tentelerde bıraktığı sese gömdük
babamı, nisan çillerine çocukluğumu

yaz gelirdi, bir dönme dolap tez canlılığı
sarardı kalbimi küçük saatin orda
beklerdim seni ah her cumartesi
lacivert bir ikindi, gri bir akşam
böyle mi derler aşka, şehir düşerdi

ben kırılır küserdim yaz eskirdi


KAR


mürekkep kokusu sinmiş masaya
ağacın gölgesi sokağın tozu
istasyon yolunun binbir gürültüsü
yolcuların ayrılık hüznü
sen bu hüzünleri geç, kapıyı arala
sümbüllerin sesi dolsun içeri
gökyüzü dolsun varsa yağmur serpintileri
yaşadığını bilelim kara şiirler arasında
esmer nehirler arasında
bir pencerede dalgın bakışlar arasında
pencereye vuran kar aydınlığında
ışığa yazılan bir adın olsun
ıssız kasabalara uğrayan lamba
sen geçersin nasılsa yanar elinde
sen geçersin ay doğar
sığırcıklar çekilir gecenin koynuna
tam işte o sıra bir tren girer
soluk soluğa istasyona
üstünde taptaze kar

sende kutup noktasına yağar




SÜRGÜN GAZELİ


bir bocurgattır ömrüm urganım salınır
aya bakarım sakallarım uzayıp gider

senin saçların örülür kuşlardan
kış masalları gibi her gece uzayıp gider

“param olsa ben de bilirdim antep’e gitmeyi”
nasılsa gurbet ve kış okulu uzayıp gider

sana kalsa cüzamlının biriyim bu şehirde
narlı yollar boyunca düşlerim uzayıp gider

çocuklar ah çocuklar! uzadı gurbetim benim
yemin kasem olsun ki sürgünüm uzayıp gider










KIŞ SAATİ GAZELİ


-Turgut Uyar’ın anısına


büyüsü kalır chagall kırmızısı horozların
eşyayı durumları inekleri yaşayıp kaldığımızın

aşk nerde, ayrılıklar hüzünlü ve uzun
ağzım burnum buhar salkımı, kış kaygısızlığımızın

büfeler kapalı, bir adam sigarasız üşür gider
resmidir bu gülü solan bir kız gibi kaldığımızın

buzların sarktığı iri bir kış kalır kalırsa
sıkıntıdan çatısız bir gök tralalla

nobran bir kış kalır kalırsa mevsimlerden
resmidir bu kara kara düşünüp kaldığımızın





GÖK TAŞI GÖRMÜŞ ÇOCUKLAR GAZELİ


o çocuklar ki bırakılmışlar nehrin kıyısına
gök taşı görmüş her biri uzamış sonsuza

yağmur örgülü saçları uzamış kentin göğüne
o çocuklar ki su yürümüş, kuş uçurmuş
güneş ışığında

göğe bakmış birçoğu, gök kırı atlar görmüş
o çocuklar ki kente kırgın ve denize uzakta

o yalınç, o gök kuzgun bakışlı çocuklar ki
gök bırakmamışlar baka baka

sonra ıssız istasyonlar, uzun burunlu otobüsler
görmüşler, tatlı yemişler 35 kuruşa

o çocuklar ki
iri iri bakmışlar gök kıra









DENİZE ÇOCUĞA KUŞA


çocuk denize bir taş atar taş yanar durur
çocuk denize bir gül atar gül kanar durur

çocuk denize
çocuk denize bakar durur

çocuk denize yaslanmış, yanında çiçek durur
deniz elinden tutar çocuğun, çiçek durur

kuş çocuğa yaklaşır kumdan ayaklarıyla
kanadı değince gökyüzüne susar durur

çocuk denize
çocuk denize bakar durur

çocuk ebruli kuşun kanadında çiçeğe durur
kuş denize değince deniz köpüğe durur

deniz kıyısında kuş ve çocuk
kuş ve çocuk sesi kanar durur


ANNEME GAZEL


annem sevecen bir çizgiydi güneyli yüzümde
öyle güzeldi ki sevgiler dağıtırdı çocukları öptükçe

annemin gülümsemesi sıcak laciverdi bahçe
gibi, nilüferlere baka baka açardı bütün gece

kimi gün gelirdim bahçeden kulağımda kiraz küpe
yaz aylarıydı annem karpuz keserdi ince ince

babam taş plaklardan dinlerdi tanburi cemil beyi
bir hüzün birikirdi uzun kirpiklerine sadece

annem ne zaman bir tren geçse istasyondan
dönmeyen kardeşini anımsar ağlardı sessizce

o eski bahçeler kalmadı yaşlandı annem de
babam öldü ama dönüyor hâlâ taş plak gizlice

annem ki bütün anneler gibi
dilekçesi yanıtlanmamış kimse








GAZEL


ölümden önce gelir ölüm duygusu
gözün kısılması gibi bir şeydir, kirpiğin ufaldığı

ayrılığın inceldiği yerdir seni bitiren
akşamın karanlığı, odaların azar azar ufaldığı

bir çiçeğin toprağından koparıldığı, bir adamın
kederi, sonra son istasyonda durup kaldığı

bir adımın ufak ufak şarkısı
şarkısının meydanlara-bulvarlara dağıldığı

uzağa çoğalan bir anı, kırık nesneler,
içinde kaldığın şiir gibi uzamın tenhalığı

bulvarlar pırıl pırıl çarşılar ışık cümbüşü
akşamların azar azar senden aldığı





NÂZIM’A GAZEL IV


bir şeyler fısıldarcasına
geçtim, geçiyorum dünyadan


bütün sayfaları çevirdim: evden girdim içeri
anne dedim bu nâzım’ın yanan elleri

bu kavakları, ince uzun yol kenarında
sayfanın ortasında kanayıp duran bu da kalbi

ayakta durur hâlâ bir sonraki sayfada piraye
bir taş atılmış da dalgalanan göl gibidir kalbi

geçiyorum sayfaları: yağmurun altında burda nâzım
bütün ağaçlar gibi ayakta, durmamış henüz saati

bak bu sayfayı vera’ya ayırmışlar anne
kanepede uyurken nâzım çekmiş resmini

peki kimden soracağız hesabını kederin







KÜLLER


küller hâlâ yanıyor yüreğimde
kar içindeki yangın bu
bir testi dolusu suyun yangını
dolu bardağın çıplak ağacın
sarışın çocukların kar yangını
kar altında kalan başağın yangını
bir ucu tutuşan şarkının yangını
taş duvarların yangını
içimize düşen güllerin yangını
bahar ağacının yangını
düş dolu gözlerin yangını
sesin içindeki sessizliğin yangını
çok eski rayların yangını

doğuya giden bir trendeyim
orada tek tük çıplak ağaçlar
yanımdasın ak boynun upuzun
hızla geçiyor ağaçlar ve boynun
boynunun upuzun kar yangını
bir ırmaktan alıyor güzelliğini
boynun ıssız modiğlianı boynu



TERLEYE TERLEYE


durduğum yerde terliyorum mersin sıcağında
rüzgâr sıcak esiyor denizden
denizden çıkmış bir atım turuncu mavi
bir at gibi terliyorum
bir şair gibi rengarenk şiirler içindeyim
bir gün gerçekliğin peşinde fır dönüyorum
bir gün senin belalın oluyorum
bir gün bir yüzükten geçiriyorum baharı
bir gün de yüzüğü parmağına
sıcağın içindeyim sıcaktan geçiyorum
havuzların fıskiyeleri serinletmiyor
belki yağmur yağacak birazdan
ıslanacak duvarlara asılı che’nin resmi
portakal ağaçları gelin duvakları
nar incir yasemin samanyolu yıldız
yıkanmış ışıktan geçecek bir gün
bol yağmur bol ışık bol keder
babam öldü tonlarca yükün altındayım
terliyorum yalnız bir at gibi
erken gelen yaz gibi

kalbim keder tütüyor
öyleyim işte bir dağ kederi içinde
KUĞU


beyaz bir kuğu görüyorum denizin üstünde
beyaz bir kuğu görüyorum denizin üstünde
iki kere tekrarlıyorum bu dizeyi
sürüsünden ayrılmış yalnız bir kuğu
boynun geliyor aklıma her nedense
boynunun eğri kuğusu gelincik tarlaları içinde
boynunun uzun kuğusu hüzün içinde
boynunu kalabalık bir caddede
ansızın bir bulup bir yitiriyorum

beyaz bir kuğu görüyorum denizin üstünde
güneşli bir şarkı gibi duruyor
eğik boynu masum
yumuşacık bir ışık tanesi gibi
boynunun kuğusu gibi senin
bakıyorum koca denizde bir nokta
fır dönüyor üstünde martılar
bir gümüşbalığı geçiyor yanından
denizin aynasında şaşkın mutlu
boynunun biçimini alıyor

adını deniz aldatan koyuyorum



ÇÜRÜYEN


buradan görüyorum, yaban kazları
ekinlerin üstünden uçuyor
gök müdür uçan yaban kazları mı
gökten çürüyen kanatlar dökülüyor

ağaçlar çürüyor yeşilin kokusunda
alıp başımı gidiyorum
ben bir saka kuşuyum
kuşlara yapraklara dönüyorum

yapraklar çürüyor gök olmasa
solgun yaprakları masaya diziyorum
çürüyor yan yana gelmeyen sözcükler
gibi yan yana gelmeyen düşünceler de

çiçekleri yan yana koyuyorum
gök müdür yana yakıla söylediğim
bozkır çiçekleri midir kanıyor
bir türkünün ortasında

aşklar çürüyor büyük olmasa
yanımda nâzım ile piraye, aragon
ile elsa, ben kayboluyorum
bir bardağın arkasında

ben çürüyen aşkların kederiyim
yolu yok kederden çürüyorum
azar azar çürüyor taş ve deniz
o yüzden yan yana getiriyorum
taştan ağaçtan camdan sözcükleri






PARS


soğuk yağmurlarda kalıyorum bir
otel odasında, bir ut taksimi geliyor
uzaklardan, gümüş damlası bir ses
dökülüyor pencere camlarından

ben gecenin hecesiyim, ben kosmosun
soğuk yıldızı, boş bir otel odası
gibi yalnızım, kıyıya çekilmiş
bir kayık gibi bekliyorum

pencereden külrengi gökyüzüne bakıyorum
birkaç selvi sallanıyor rüzgârda
bir salıncaktayım yıllar yılı
taşlar ve ağaçlar kapının dışında

içindeyim yalnızlık burgacının
bekliyorum gelmiyor ne gündüz
ne gece, öylece kalıyorum güzden
kalan uzun yağmurlarda

içimde kocaman bir boşluk, hiçlik
duygusu bir ağaç kökü gibi sallıyor
beni, bekliyorum gelmiyor pars
son vuruşunu yapmaya















İSKETE KUŞU


bir apaçiden öğreniyorum
kuşların en boyun eğmeziymiş iskete
ruhum güzel sesiyle doluyor
gazalî’nin gezindiği bahçede

erken çiçekleniyor kayısı ağaçları
hemencecik çiçeğini döküyor
ben sabırlı olmayı öğreniyorum
kışa girmeden kuşlardan

iskete kuşu iskete kuşu
ruhum senden alıyor boyun eğmezliğini
taştan gelen seslerden
kanat çırpışından kuşların

koku öylece kalıyor nergisten
gece, şadırvanlı bahçe
yıldızların çiçek açtığını görüyorum
uçsuz bucaksız evrende

gece, durmaksızın değişiyor bahçe
fısıltılarını duyuyorum ağaçların
taşa geçiyor parmaklarımın izi
ruhum üç ağaç incirde yaşıyor

gece, saydam bir ışık artık
uzaktan seyrediyorum ruhumu
ben varım ağaçlar kuşlar var
çiçekleniyor avcumda âsi bir su


ÇOCUK


-aslında hayat küçük bir prova
diyen çocuğa

kızkulesi narlıkuyu yolunda
ağır aksak yürüyen çocuk
senden öğreniyorum denizi
kuşların ağaçların adını

saçları deniz kokan çocuk
gözlerin ara sıra mavi ürperti
daracık sokaklar bize koşuyor
geçiyoruz eski taşı ve denizi

denizi ah denizi damla damla
çekiyoruz başucumuza, sandal
ve ortancaları konuşuyoruz
denizin çağırdığı sokağı



ağzı elma suyu kokan çocuk
keşke hep çocuk kalsaydın
her kiraz mevsimi yanında
derin sularda kaybolsaydım

kaybolsaydım ‘ey trenler ve vapurlar’






ŞAİRİN ÖLÜMÜ


herkes her dem hüznü yaşıyor
senden başlıyor hüzün, boynundan,
elma yiyen ağzından, saçlarından
sözgelimi erken inen akşamdan
vadilere, koyaklara, dere yataklarına

çiçekli bir balkonun önünde durmuşsun
hüznü yaşıyor balkon
ut çalan ellerin balkon demirinde
çok iyi biliyorum
böyle yaşamak zordur
herkes her dem hüznü yaşarken
otların ve böceklerin kalpleri
hüzünden geçerken
balkon demirindeki ellerine bakman
oldukça hüzünlü

peki ne yapmalı öyleyse
ağacın sonu ilerde
meydana çıkıyor balkonun sonu
hüzünlü, evet hüzünlü
herkes her dem hüznü yaşıyor
dumanlı ikindiler hüznü yaşıyor
taze bir yağmur, hüznü
derken yaz göklerinin hüznü tükendi
kemanın kanatları içinde
demek bu da yaşanacaktı
bir şair öldüğünde










ACI VERİYOR


her şey acı veriyor son günlerde
kâğıda bastırarak yazdığım birkaç dize
yarım bıraktığım şiirler
elimin dokunduğu her şey
vadiden yükselen duman
verandaya sokulan ağaçlar
diz çökmüş ağaçlar
dik başlı ağaçlar
onlara sen de dokunacaksın
bir arılık olacak acı parmak uçlarında
bazen güz ortasında gündüzün
atı bağladıkları ip hüzün veriyor
güz görünümleri, çamaşır ipleri
kuşun çaldığı ıslık acı veriyor

demek sonunda yaşlanıyorum
ellerim parmak izlerim çıkıyor
dokunduğum her şeye
dokunduğum her şey acı veriyor
bir kitap da olabilir bu
su dolu bir bardak da

sonunda her şey acı veriyor
arka bahçe, çiçek sapları, otlar
acı veriyor doyumsuz su tadı
çünkü ayaklarım dere yatağında
dere yatağı ayaklarımda


OMACA

-Enis Batur’a


denize bakıyorum oturup bir omacanın
üstüne, içimde kesilmiş
bir ağacın hüznü, ansızın kuşlar
geçiyor üstünden denizin

geldim işte içimde binlerce gümüş
türkü, yüzümde yağmurun hüznü,
yüzlerce yıllık küllerden geldim:
“nerde benim eski neftî kaputum?”

sen nerdesin kırkikindi yağmurları
nereye yağıyor; kulaklarımdan
nal sesleri, gözlerimin önünden
gitmiyor şeyhimin ıslak bedeni

geldim işte, mansur’dan aldım sesimi
şeyhzade cem’den dünyaya sürgünlüğümü
sen nerdesin, çağrına uyup da
geldim işte denizin kapısına
‘MUTSUZLUK BÜYÜYOR


evet bir leke gibi yayılıyor
vişne çürüğü renginde
dudaklarda ellerde gözlerde
nasıl açıklanabilir her yerde gezinmesi
sıkışık saatlerde, solan çiçeklerde
biliyorum
mutsuzluk büyüyor evlerde

yoksulluk mudur mutsuzluk
tam öyle değil biliyorum
acının kalın tarihiyle yürüyor
kolkola haziran ortasında

mutsuzluk akıyor su yerine
çeşmelerden derelerden oluklardan
kan sızıyor sokaklara, kan
direnci hatırlatıyor uzaklardan

aslında saksıları suluyor mutsuzluk
birçok evde; kederlendiriyor
babaları ve anneleri, tek tek
ya da topluca hüzünlendiğimiz zaman

sevgisiz kalmak mıdır mutsuzluk
tam öyle değil biliyorum
kalıcı bir şey değil biliyorum
ama kaçınılmaz biçimde
mutsuzluk büyüyor evlerde


YALNIZLIK BİRAZ


akşamın buğusu gelip geçer
akşamın hüznü kalır
kalın bir hüzün kalır
bir şey eksilmez geride
soldurur anıları biraz

bir karpuz sergisinde akşam
yüzün lambanın ışığında
bilirim yakındır anılara
ya da gündüz bir kır kahvesinde
kaçamak buluşmalara

böyle miydi bir hüznün anısı,
bir yüz, kısa kesilmiş saçlar,
akşamın akışkan buğusu,
senden bana geçip giden






tanımlanamaz uçucu bir şey
sonunda yanımızda buluruz
kalabalık caddelerde ya da
ahşap odalarda, ağırbaşlı
ve yakındır bize yalnızlık

mutsuzlukla anlatılır biraz








GÖRÜMLÜK


hava çiçek tozu içinde parlıyor
sokağın tek nar ağacı güneşte
yapraklarını kurutuyor

bir salyangoz kabuklarını parlatıyor
birkaç karınca koşuşturmada

toprakta nal sesleri
geçen yüzyıldan kalma

bir çocuk salyangoza bakıyor arınık
bir çocuk da salyangozla oynuyor

bir kız geçiyor iri memeleriyle
kitaplarını bastırmış göğsüne
yüreği kıpır kıpır

nar ağacı menekşeyle konuşuyor
sokağa dökülen nar ağacının sesi

bir kadın çamaşır asıyor balkona
sokak tertemiz çamaşır kokuyor

gökyüzünü deniyor kuşlar
iri gagalarıyla












GÖRÜMLÜK II


ağacın gölgesi yer değiştiriyor,
şapkalar, kuş desenleri, at imgesi,
dağ köyü otun neşesine boğuluyor

omzunda tırpanı bir köylü geçiyor
kulağında otun üflediği rüzgâr

kuyunun taşına oturmuş yaşlı
bir kadın, ölü ayağını sürçüyor yüzyıla

güneşin karşısına geçiyor kedi
ağzında ince bir çiçek

iğde ağacı sessizlikte çın çın
tohumunun gürültüsünü dinliyor

yaz mendilini kurutuyor kiraz dalında
aynı anda bir çocuk
küheylanı bağlıyor nar ağacına


SU


uyandım ki su parıltısı
önüne durulmaz bir yağmur
şakır şakır su sesinde
ıslanıyor parlak yeşil yapraklar

bir yaprak
bir yaprakla konuşuyor
bir kuş bir kuşla
gökle deniz buluşmuş bir kıyıda

uyandım ki söğütler kavaklar
hışırdıyor hafif hafif rüzgârda
yağmura alışıyor
uzun geçmişi ağaçların
yavaş yavaş gündoğumunda

uyandım ki
sudan alıyorum sesimi
bu parıltı ondan galiba
ağaçların uyanışı
otların dirimi ondan
kaçınılmaz umuttur su
suyun kalın sesi
koca doğanın mutluluğu

uyandım ki
penceremde yağmur sesi



TESTİLER

testiler testiler
güneş gören testiler avanos’un bir sokağında
samanyolundan yapılmış gövde
topraktan kulp
testiler dizilmişler alçak bir duvarın üstüne
geçiyor külrengi bulutlar
sürüler halinde kuşlar
sıcak ülkelere doğru üstlerinden

testiler kuruyor duvarın üstünde
kavaklara karşı, denize çok
uzakta, denize çok…
gölgeden mantolar giymiş evler
yürüyüp gidiyor bir çiçeğin ardından
bense bakakalıyorum hayretle
testilere, evlere, çiçeğe

bir genç kız geçiyor
omzunda su dolu testi
ancak böyle varıyorum tadına
susuzluğun

testiler hiçliğe doluyor bu öğle vakti
vakitse boşana
bakışsız bir karaltı gibi geçiyorum
dünyaya fırlatılmış olarak
ve köpürüp taşarak sokaklardan evlere



nisansız geçiyor mayıs
nisanı söküp alıyorum
mevsimlerin yüreğinden
ben bir, naz iki, annem üç
bir de hayata tutunamayan
intihar eğilimli çocuklar için

gidip bakıyorum acı
birçok insanın yüreğine dokunmuş
kıstırılmış ne çok insan var
dünyaya baktığımız zaman

bir yangın merdivenindeyiz
bırakılmış ve yıkık
nilgün bir albatros, zafer
merdivene tünemiş garip bir kuş
cumhuriyette törenlere çağrılmış
kaan soyadı gibi ince
büyük harfle ACI’yı yazıyor
tersinden

tersinden işliyor ‘büyük saat’



İYİLİK

-Ayşe Aydoğan’a


“İyilikler ‘büyük olsun’ diyor, dünyayı derleyip
toplarken, gölgesi yitiyor yaz bahçelerinde.
Bir kuş uçuyor hareketlerinde, öyle derin,
öyle becerikli ki kuş gölgeleri gibi çoğalıyor
her yerde. Emirgan çay bahçesinde ya da
arabada müzik dinlerken ya da bir resim
atölyesinde bütün güzellikler üstünde.
Evetle hayır arasında bir yerde. Bir kuğu,
yanlış sorular soran küller denizinde.

2003

RÜZGÂR, ÇOCUK


Islığını dinlendiriyor kapı önünde
rüzgâr. Bir çocuk, kuşbaz bir çocuk
sessizce kapı eşiğini atlayarak sokağa
çıkıyor. Güvercin ayak. Durup dinliyor
ırmağın inleyişini kapı önünde dinlenen
rüzgâr. Çocuk rüzgâr, rüzgâr çocuk oluyor
elinde haşlanmış mısır.


ACI


Köroğlu’nun atı mıydı dönüyor şimdi
yeryüzü çevresinde. Çok hızlı geçiyor yıllar.
Tedirginim yeni yüzyıldan. Bombalar yağıyor
çocukların üstüne. Durup dinliyorum
otu, geceye yağan koyu çiyi. Yola çıkmışım
bir defa, dönemem, dönmem sonsuza dek
mis kokan kıyısına dünyanın. Yabanıl doğa.
Bağdat Kerbela Musul Kerkük.
Ne kadar sürer “ayların en zalimi”,
ne kadar sürer düzyazıya gömülmüş
acı.









NAL


“Peki,
Dağa bırakılan çocuk ne oldu?” Bu soru
sessizliğe bırakılan çiçekti aramızda. Çoğalır
dururdu küçük derelerin birbirine karışarak
çoğalması gibi. Yakamızda limon çiçekleri,
Asya, Mezopotamya kuşları, Fırat. Sonsuzluk
yer değiştiren bir saat. Sorun şurada: Biz,
daha dün, o güzel atlara binip gitmedik mi?
Hepi topu birkaç tümce el yazısı nal sesleri. “Peki,
dağa bırakılan çocuk ne oldu?” Ay girerken
kederli geceye yorgun argın. Birlikte
olmadık mı giysisiz gece?

KADINLAR


İçine doğru salınan sarkaçtırlar. Giderler
gelirler, yürüyüşleri dünya. Hüzünleri yer
değiştirir bölge bölge. Denizleri, evleri, sokakları
birbirine benzer. Akşamüstleri, çay saatleri,
kapı önlerine otururlar, hava kararıncaya
kadar. Güzeldirler. Binlerce kuş kalkar beyaz
saçlarından. Birikir bakışlarına pasajların
serin çağı. Yaşarlar öyle, ölüme aldırmadan.

FELSEFE


“Rimbaud denizinde yüzüyor kağnılarımız,”
diyor bilge. Gidip denize rüzgârı
kovalamaya kalkıyor. Deniz ki o büyük şarkı,
rüzgârın yakalanmasını dirimle ölüm arasında
bir sorunsal olarak görüyor. “Hayatın anlamı
nedir ki alamazsan rüzgârı avuçlarına” diyor.
Denizi -dünyayı geçiyor abdal. Rüzgâr,
Rimbaud denizinde çalpara hâlâ.










SENDEN SONRA


Ya onlar,
durmadan saate bakanlar. Anılarına bile
dokunamıyorsun, kaçıyorlar. Kayboluyor
gölgeleri bir kuytuda. Çiçeklerin buğusu
uzaklaşıyor. Usulca sessiz. Oysa çiçekler var,
taşın filizi var. Sen öldükten sonra da
var olacak, kül tablasındaki sigara izmaritleri,
lavabodaki havlu ve diş fırçası.

BATIK TEKNE

- Celâl Soycan’a

Batık bir tekneyim denizin dibinde. Binlerce
yıldır yosun tutuyor gövdem. Suyun tarihini
ölçüyorum. Kırık dalgaların, yaralı yazların.
Geceleri koklayarak uyuyorum yüzlerce
yıldızı. Deniz çiçeklerine dokunuyorum.
Güneşin parmaklarına dokunamıyorum.
Sessizlik çiçek açıyor fısıldadığım kırık
tümcede. Palmiyeler, pencereler, geçip giden
insanlar biraz ötede. Gövdemin tini yirminci
yüzyılda kalıyor.
2003

BATIK TEKNE II

-Celâl Soycan’a

Teknenin tini ölü pars. Bir sıkıntı halinde
yatıyor denizin dibinde. Sığ sulardan çıksa
gökyüzünün adresini soracak. Ishakkuşunun,
otun, yosunun. Kül, suda oyduğu sessizlik.
Yosun, boynunun yeşil kolyesi. Dur dinle,
çürüyen gövdesinin balık sürülerine
söylediğini. Kalafata çekilmiş gibi ölümsüz
dili. Yatıyor denizin sessizliğini yonta yonta.

2003











ÇOCUKLUK


Limon ağaçları çiçek açtığında kokusunu verir ya,
işte çocukluğudur. Çocukluğu ki
masumiyet olarak kalmıştır. Yağmurlar
nereye düşerse çinko damlı evin kışıdır.
Çocukluğu çinko damlı evde kalmıştır.
Durulmamış denizin nabız atışıdır hayatı.
Kokusunu yayan limon çiçeğinde kendini
dünyaya salmıştır.

Şimdi, dünyaya şiir yazmak için geldiğine inanıyor.
Çocukluğu çıplak ayaklı bir yağmurdur çinko
damlarda şarkı söyleyen.

MONOLOG


Bazen somut bir nesne, bir görüntü ya da
bir yaşantı parçası ya da anlık bir duygu
dramatik monologlar kurmama yetiyor. Bazen de
bir hamamböceği ya da kuytu yerde bir
örümcek ya da omzuma düşen sıva parçasıdır
şiir yazma nedenim. Kavanozlar, mutfağa giren
Naz, kapının sesi ya da bu ayrıntılarla ilgisi olmayan
kullanılmamış bir sözcük yetiyor. Kılıç
gibi parlayan bir şimşek, birkaç çiçek adı.
Her şey yarasıyla oynayan çocuk kadar
saydam. İnsanlık değerleri – belki en çok
bunun için yazmam gerekiyor. Yonta
yonta sözcükleri.

GÜN


Gün yirmi dört saat müzik dinliyorum. Çaydanlık
mutfakta fokurduyor. Ay düşüyor incesaz
geceme. Şiir, yazılmayı bekliyor masada.
Şiir paramparça toplanmayı bekliyor.

Gün ağarıyor balıkçı kahvesinden. Güneş
oltasını uzatıyor denize.











ARAYIŞ

-Kavafis’e


Mersin çarşısında bahçeli evi
ararım. Çocukluğumun yitik
dilini, kabuk bağlayan
yaralarını. Bahçeli evin yanındaki
arsada akşama dek top
koşturduğum saatleri. Şimdi sürtüyorum
koltuğumda kitaplar Mersin çarşısında.
Ara ki bulasın koyduğun yerde
gençliğini. Bir koku, içim baş döndüren bir koku
Mersin Oteli’nde yatar kalkarım.
Gece, sokakta, az ötemde zambakgillerden bir ordu.
Ve gül kokusu, tılsımlı zakkum
peşimi bırakmıyor. Oysa ben isli bir lamba
ışığında karpuz satılan
bir köşe başı ararım.

BALIKLAR BİLE

Mersin, “Güvercinlik İskelesi”


Biliyorum, yok öyle bir iskele. Arama
boş yere! Suya yazıyorum. Dipteyim,
en dipte yatıyorum batık bir tekne gibi.
Bir umutsuzluk çığlığı tuzdan ağzım.
Çiçek açıyor su. Bir sabah yüzümü
örtüyor yosun. Denizin uykusu üstümde.
Balıklar, saçlarımdan çekerek sürüklüyor.
Yaralar açıyorlar gövdemde. Denizin
büyük yapıtları oluyor gözlerim. Beni
yaralıyor sürtünerek geçen balıklar bile.

Yatıyorum gümüş orağında denizin.
Yapayalnız.
















ZEYTİN AĞACI


Düşkünlüğüm varsa eğer, bu ancak
Toprağa ve taşlara yalnızca

Arthur Rimbaud


Güneşte ısınıyor Türkiye toprağı. İki servi,
birkaç zeytin ağacı. İki yanda akasya.
Durup dinliyorum nal seslerini. Kırık
yontular yürüyor denize doğru. Taşın
sessizliğini konuşarak kardeşlik denizine
yürüyorlar. Güneşte parıldıyor zeytin
taneleri. Denizi görüyorum bir otun
titreyerek baktığı yerden. Güneşin orağı
zeytin ağaçlarının üzerinde parlıyor.
Dağ susuyor, ova susuyor. Zeytin
ağacının kardeşliğini konuşuyor ova.

2003

BÜYÜK YALNIZLIK


Ne gördünse topla çıkar hayatından.
Büyük yalnızlık. Odur beyler bir
şemsiye altı. Yaralı durak. Çöker
omzumuza vapurda trende. Siler
dudaklardan gülümsemeyi, susarız.
Kendimize bile fazla geliriz. Kucaklar
her sıkıntıyı büyük yalnızlık. Girer
evimize, bizden içeri. Anlamı değişir
biz yaşlandıkça. Büyük yalnızlıktır
verimli toprak. Geçip gider buz
tutmuş suları sarsarak.

2003











ZAMAN


Bütün büyük anlar yalnızlıktan yontuldu

Cahit Zarifoğlu


Bütün gün çekiçler hiç susmuyor. Kentin üzerinden
göğe çıkıyor sesleri. Bakır ustaları gizemli bir
güzelliği çekiçliyor. Kalbimizin vuruşu çekiçlerin
vuruşuyla yan yana düşüyor. Derin, çok derin
zamanlar yontuluyor
2003

CENDERE

Yüzüne çarpar karanlık kapı.
Kapanır ikinci kez. Küskün uzaklaşır.
Gülümser geçer. Kime ne zaman
kırgındır? Kim neye kızgındır?

Bilse, geç git, azalıyor gün güne
bulmaya çalıştığı yol. Umarsızdır.
Sildikçe adlarını telefon rehberinden.
Ölüm eğninde eğreti

durur. Çalınır kapı. Vakit gelmiştir.
Kim ne zaman nasıl nerede?
Bilinmez ki. Urganın sonudur.
Fırlar gider kasnak, cendere.

2003 yazı

GÖKYÜZÜNE ÇİÇEK

Tan yelinin horozları gülleriyle
Gün geçiverdi işte
Adam şuracıkta uyuyuverdi

Erken kanat çırptı güvercin
Toprak damın kenarında
Güneşin ışığını çözüverdi

Adam tan yerine dokundu
Çiçek gökyüzüne kokuverdi

2003


TÜMCELER II

Gökyüzüyle savrulur ot
Şaşırtıcı bir şey, böceklerle
Yürür yan yana

Bir kuş koklar çiğdemi
Bir ağaç çiçek döker yalnızlığa
Rüzgâr yüz çevirince

Bir adam güneşe çıkar
Güneş kuşların sesini arar

TÜMCELER III

Deniz duyar kumun müziğini
Yasemin, tan yelinde aydınlık kalır
Çözer çiçeklerin gizini

Taş ısınıp yer değiştirir
Öğle sıcağını suya ödetir
Sudur taştan yakasını kurtarmış şiir

Süregelen soylu kavaktır
O mudur kuşla konuşan?

TÜMCELER VII

Günün çıkrığında inleyen rüzgâr
Gecenin dansına hazırlanıyor

Kim bilir nerede kıvranarak ölüyor
Dünyanın çiçeği otu

Baktıysa görüyor
Ölümlülüğünü çavuşkuşu

2003










UYKUSUZ PENCERE

Küçük kuşlar denize doğru uçuyordu
Tez canlı serçeler ordusunun
Ardından kırlangıçlar bakıyordu
Boş kalan dallara bütün

Sonra ne olduysa geldiler
Doldurdular çığlık çığlığa dalları
Tartışmadan denizi konuştular
Gökyüzünün mavisi kaldı
Pencereye asılı

Badem ağacı çiçek açtı sessizce

2003


BEKLİYORUZ


Testere sesleri nereden geliyor? Günü
değiştiriyor yelken yürek. Batıp
çıkıyor takalar akşamın ufkuna.
Batmayacağımız bir gök arıyoruz.

Ağaçlar zamanı bekliyor. Yalnızca
ağaçlar değil, yağmur suları da.
Sarnıçlar su sızdırıyor güne. Akşamı
değiştiriyor yağmurlar kök salıp

toprağa. Böylece izi kalıyor
dünyanın ruhumda. Bekliyoruz. Ölmeyeceğimiz
bir ülke var mı? Günbatımında
bekliyoruz doldurup yüreğimize

taş baskısı bir ezgiyi. Yankısı kalmıyor
yapraklardan toprağa sızan kederin.
Bekliyoruz. Birazdan gelir mi?
O başka şey, yiten sabahın sisinde.

2003











ADINLA


İyi duruşlar olur huysuz maviliğinden
Sevimli ağlar örerler örümcekler ev içlerine
Ama işte o kadar! Saçlarının elma
Kokusu kalır geriye. Ve serçelerin
Kırpıla kırpıla uçtuğu gökyüzünden
Çağırmazlar seni adınla

Elma kokan bir kış olursun sonunda
Öyle kokarsın çocukların sesinde
Yaz gelir, çiçekleri sularsın
Çiçeklerin uykusunda kokarsın
Islattığın saçların kokar apartman aralarında

Bakır maşrapalar yan yana gelir sonunda
Çocuklardan çaldığın sevinci doldurursun
Çocuklar ki en serin yerlerine sokulur
Saçlarının yangını birden yok olur
Oğlaklar dolaşır sokak aralarında

İşte tam o zaman akşamın buğusu
Yaslanıp yayılır ağaçların kokusuna
Sen A harfinin ateşini alırsın
Akşamın karanlığında ağartırsın, tedirgin
Çocukların yüreğine düşen korkuları

2003
‘KIRIK CAMDAN


görüyorum
rüzgâr sallayıp duruyor levhaları

bir kadın durakta
özenli bir hareketle
dağılan saçlarını düzeltiyor

kadının yanında çocuk
çocuğun yanında adamın şapkalı gölgesi
çocuk denize bakıyor
adam belirsiz bir noktaya

kadın biraz daha hüzünlü adamdan
adam kadının taşan hüznü

kadının elini sımsıkı tutuyor çocuk
kadın doğru bir adres gibi duruyor
dört mevsim alçakgönüllü

2003


NERGİS SATAN KÜÇÜK KIZ


denizin birkaç adım kıyısında
nergis satan bir kız gördüm
saçları kirli, elbisesi dökülüyordu
ardıcın gölgesinde duruyordu

belki uzantısıydı deniz düzenli
atan kalbinin, belki ardıçtan
geçen rüzgâr kirli saçlarıyla
oynayıp duruyordu

uykulu gözleri denize akıyordu
dikey uçan birkaç kuş
hareketli birkaç çiçek
gördüm iri gözlerinde

iki gözünde iki deniz
feneri yanıp sönüyordu

2003










AYNA, YENİDEN


ne kadar çıplaksa yağmur
o kadar çıplaktı söz de..
siz söylemek isteğimi anlamadınız,
içimdeki baldıranı, eski defterdeki yazıları
anlamadınız; bir ışıktı oysa yanardı
karanlıkta dolaştırdığım iki başlı ayna

ipekten biçilmiş söz uçarıydı,
siz benim duyduğumu duymadınız..
içimdeki cesetler yalnızlık sularında çürüdü
ve döküldü göz göz..

siz benim geldiğim yollardan gelmediniz
ezdiniz hoyrat ayaklarla çiçekleri
yolları tuttunuz, külrengi göğü..
asfalt yollarda Ahmede Hani,
susuz kuyularda Yusuf olmadınız




KENTE DERKENAR


Kış gelince güneye iniyorum Mersin’e.
Mersin, n’oldu sana, sen Akdeniz’i severdin
Deniz ruhundu bir bakıma, deniz
İyi gelirdi kalp atışlarına
Bisikletle kenti dolaşırken bir başına
Ya da renk renk ışıklar yandığında

Yok yok, sen eski sen değilsin,
Mersin. Bir yağmur taşını alıp
Fırlatıyorsun, taş eski taş değil.
Seraların bahçelerin değişiyor çisentide
Ya da her ikindi güneşinde

Bazen sonbaharda iniyorum Mersin’e.
Kent o iyi giysileri içinde.
Gözlerimi kapatıp dinliyorum
Parklara uzanıp sonbahar senfonisini

Mersin, güzel kentim, n’oldu sana
Sana n’oldu can suyum
Bak, burada bir şair çalışıyor
Mutsuzlukla ölçülüyor her dizesi

Üşüyor

2004


YILLAR

“Uzaklara kar gibi yağıyor bilmediğim yıllar”
Böyle diyor koca ozan. Ağaç yanı başında.
Dal üstünde ışığı konuşuyor ağaç. Az ötede
Deniz yaşını soruyor kıyıya. Burada,

Kuşların telaşından başka yağmur topluyor
Bulutlar. Anısı sürüyor güvercin damlarının.
Kuşlar savrulmuş. İncir ağacı uyukluyor.
Uzun uzun iç çekiyor susuz çeşme.

Burada, nedenini bilmiyorum, kuşluk vakti
Uzakları gözlüyor yaşlı bir kadın
Berrak bir çift göz, bembeyaz saçlar
Anısı sürüyor kar gibi yağan aydınlığın

Uzaklara parpa parça yağıyor acı yıllar


2003



SONSUZ AT


Çıplak bir yabanıllık duruyor
Kentle benim, sokakla kırçıl çocuklar arasında
Denizden ağaçlardan çok ötelerde
Dağlar duruyor binbir örtüsüyle
Nedir ki benim varlığım turna görmeyen
Sokaklar yanında, portakal bahçeleri,
Elmalar yanında, kolay değil kentin
Ortasında çıplak bir yontu olmak
Yağmur yağınca ıslanmak, güneş
Çıkınca kurulanmak; dur şimdi
Göğümüzü nereye bırakayım Ayşe
Yat limanı inşaatının orada arabayı durdur Celâl
Üşüdüm sinemalarda, sıkıldım dünyadan
Telefonla Ayşegül’ü çağır istersen
Anlarsa o anlar solan yalnızlığımdan

Yani nedir ki kısaltılmış günün parsı
Sevgileri uzun uzun bölen bir şaire
Belki yabancılaşma ya da yılgıdır
Yani yavaş yavaş ölürken ışıkta bir yanımız
Bir yanımız sakallarımız ve paslı bıyıklarımız
Dengeliyor belki uzun eski hüznümüzü

Göğe bir aklık bırakıyor sonsuz at
Karalarda ve denizlerde nedir ki aklık
Saçları tükenmiş bir adam olarak
Yani nedir ki Ayşegül’ü sevmek uzaktan
Uzağa, yabancı meydanlarda, imza günlerinde

Ne yapsam nereden başlasam hüzündür

























BAY SMERDİAKOF’A KANTO



Gülü gül anlatır bu ıssız bahçelerde,
Yağmur damlası, denizi taşıran damla,
Gülü dağların yıkılışı, yaprak uçuran rüzgâr,
Denizin köpüğü mayıs sabahında
Ve akşam alacasında gülü gül dalına konan
Serçe anlatır, gülü gül sesi

Bay Smerdiakof gene gelin
Bir küçük defter getirin gülü yazalım
Dizimizin üstüne koyup yazalım
Kurbağa seslerini yazalım saranızı unutursunuz
Kamışları, su kuşlarını gölü kuşatan
Gül sesini yazalım, çanı ve ezanı
Ülkemin dondurucu soğuklarını, kar altındaki gülü,
Ne ilgisi var demeden
Yüz kızartıcı önyargılarımızı yazalım
Yüzeysel araba bilgimizi, arabasını gezintiye çıkaranları,
Daha neler deme lütfen
Gümüş takımlarıyla yatanları.
Bana kalsa yalnız gülü yazarım bay Smerdiakof
Gülü yazmak bir yetenek işi

Güneş Chagall kırmızısı horoz
Çapraz ışıkta gülü anlatır rengiyle
Gelir alıkor gülü arı, koşuşturur kokusunu
Bir başka arıya. Gölü ve denizi bol
Bir ülkedir gül açar, gülün sesi tutuşur
Gülün teri kokar bahçelerde. Ve Mersin’de
Düşkündür halk güle ve nergise

Bay Smerdiakof, gülden anlamayan
Nasıl anlar kaynağa dönen ruhumuzdan?
Bekleyin, bulutlar toplanır, hasatlar kalkar,
Gün doğusundan yükselir gülün sesi,
Kayada açan gülün, kırda ya da parkta açan gülün.
Bekleyin, gül kokacaktır çocukların sesi,
Bekleyin, gülün sesiyle ışıyacaktır dağ gölü,
Bekleyin de ışısın balıkçı fenerlerinin gülü

Gülü gül anlatır doğrulup dinlerim
Gül sesi ovalara yayılır
Hiç yanıltmaz beni sokağı geçince
Bir gün Mersin’dedir bir gün Diyarbakır’da
Dağı gezdirir sesinde, denizi dinlendirir
Bir dizi güvencin sesindedir








Bay Smerdiakof yine gelin
Göklere bakıp bakıp gülü yazalım
Dik tutarak omuzlarımızı gülü yazalım
Duvarlara, okullara, hastane koridorlarına
Gülün sesini koyalım okul sıralarına
Gülün ışığını katalım geceyarılarına.
Bay Smerdiakof gecikmeyin yine gelin
Yeşime kesince dünya
Nisanda parıldar binlerce gül
Kapılardan sızar kokusu, esintiyle gelir sesi
Güldür gül insanın esenliği



EZRA POUND’UN YAZMAK İSTEMEDİĞİ KANTO

I.

Yağmurdan sonra gidelim
Sular turuncuya kesince akşamüzeri
Bir pazartesi su birikintileri üzerinden
Doldurup ruhumuza yağmurdan sonraki
O başdöndürücü çiçek kokularını
Gidelim balıkçı teknelerinin önünden
Sinemaların, havuzların, çiçekçilerin önünden
Buğulu camların, fotoğrafçıların, lokantaların önünden
Beraber gidelim çökünce kesif bir sis kente

Kalk gidelim vakit var daha
Birkaç sokak ötede o benim bildiğim ev
Sis sinsice kuşatınca çevremizi
Bacaları, pencere camlarını, balkonu
Yapılacak bir şey yok kalk gidelim
Ziyaretine mutsuz evliliklerin
Çok garip değil mi ama
Yaşıyorlar ziyaret edeceklerimiz bir ceset halinde
Rastlıyorum bazen yolda
Selamlaşıyoruz, durup konuşuyoruz
Kravatımı düzeltiyorlar

Daha geçen yıl gömmedik mi
Şöyle bir gezdirip tabutunu omuzlarımız üstünde
Şöyle sokak sokak cadde cadde
Yağmurdan sonra son defa
Küçük bulutlar, ağaçlar, gömüt taşları
Ve sisin parmağı bağları denizleri gösterdiğinde










Kalk gidelim ziyaretine ölü kâtibin
Amadeus yaratıcılığı bekleme her insandan
Noterlerden geçilir mübaşirlerden depo kayıtlarından
“Yaşamamış böyle bir insan” diyebilirler
Bu dünya garip bu dünya tuhaf
Artık anlamıyorum insanı soyunup dökülse de
Kat kat dosyalar düzenlense de,
Ama sessizliğe katlanmak da gelmiyor elimden

Sakallarım uzadı saçlarım döküldü kalk gidelim
Sular turuncudan mora sonra laciverde dönüştü
Uzak değil gideceğimiz yer
Noter kâtibi birkaç sokak ötede oturuyor
Tıraş olsam mı acaba? Takım elbiseyi mi giysem?
Hadi hazırlan saçlarını tara üstüne yeni bir şey giy
Oyalandık biraz geç kalmayalım

II.

Sessizliğe katlanmak elimden gelmiyor
Tek derdim anlatmak katlanamadığım şeyleri
Dostluklar bitmiş, şikayetçiyim insandan
Tek dostumuz emekli noter kâtibi
Onu da geçen yıl gömmedik miydi
Ama dün rastladım cesedine
Boğuk bir sesle pazarlık ediyordu
Sokak ortasında parsla
Anlaşılmaz bir şeydi bu, dedim ki:
“Geçmiş zaman hayali benim anlaşılan
Yaşıyorum ölü dostların arasında
Madam Eleni, terzi, aynı zamanda
Çok güzel akordeon çalardı
Her gittiğimizde likör ikram ederdi
Noter kâtibi İhsan bey, ölü,
Madam Eleni, ölü. Kalk gidelim
Dünya koca bir tımarhane.”

III.

Sisin parmağı denizi gösterdiğinde
Ben şuraya yazıyorum sizin yaşınız kaç?
Kont Leo Tolstoy’u tanır mıydınız?
Zaman ne çabuk geçiyor biz Karlı Kayın
Ormanı’nı söyler Anna Karenina okurduk.

İhsan, sevgili arkadaşım yıllarca
Evraklar arasında çürüdü bedenin
Ruhun basılı kaldı evrak kayıtta
İhsan önündeki denize bir top gül atsa
Görecekti belki XXI. yüzyılı







IV.

XX. yüzyılda, ah inerken uykulu merdiveni
Geldim yüz yüze ölümle. Ölüm müydü
Yaşamaya çalışırken öğrendiğimiz?
Ama ya yaşarken ölenlere ne demeli?
Ölüm karşısında bile
Sakin bir adam olacaktım ben,
Biraz solgun – ne garip – uzun bir koridordan
Denize bakan, anlaşılmaz iri ve boş gözlerle
İnerken uykulu denizin merdivenlerini
Denizciler gördüm sakalı uzamış
Limon kabukları, oraya buraya atılmış çaputlar,
Gördüm, evet, geçen yıl gömdüğümüz noter kâtibini
Oradaydılar işte konuğumdular
İhsan bey, madam Eleni
Kek yapmıştı Kevser, çay ikram etmişti,
Koyu söyleşi sürerken
Gelip yoklamıştı gövdemi pars

Ve derinleri görmüştüm o vakit
Belimde asılıydı denizin anahtarları
Görmüştüm denizin dibindeki yıldızları
Görmüştüm görünmeyeni, kıs kıs gülen parsı
İşlerinin iyi gittiğini söylemişti
Boş koridordan bahçeye doğru yöneldiğinde
Ölüm müydü fincanların sesi,
Loş koridorun uzun sessizliği?

İyi de ölüm bir kere gelmez mi insana
Bürünüp sise ya da siste parsa
O yüzden sordum ölü noter kâtibine:
“Ölüm sonsuzluk mu korkuluğu olmayan?
Nasıl çıktın merdivenleri? Geçerek mi
Öteki ölüleri, dağları denizleri?”
O dedi ki kısık bir sesle:
“IV. Noterde usul usul yavaş yavaş
Ölüyordum zaten güneşsiz ve tozlu
Evraklar arasında. Özlemiştim denizi,
Kuşları. Bu benim gerçeğim. Tenha
Yıkıntılardan, viranelerden girdim kente
Eski güneşler sonsuz atlar getirdim,
Kırık yontular testiler çömlekler getirdim,
Saçlarımı kestim aldanışı yüklendim getirdim,
Gözlerimi kıstım o ferah kırları getirdim,
Döndüm işte güvenini tazelemiş bir adam olarak.”











Fiskoslarla geçen XX. yüzyılda soğuk
Ve sağır bir günde gömdük noter kâtibini
Sis bürümüştü koca kenti, boğulmuştum,
Alıp götürdüler
Gezdirdiler bir süre omuzlarında
Uyudu uyanmadı bu bizim ölümüzdü
Borsayı tanıdı fiskoslara inandı bilardo oynadı
Kimi zaman dalgalarla dans etti
Kimi zaman deniz çekildi horozbinalar
Sinaritler açıkta kaldı
Kimi zaman at yarışlarında binicilerle
Sürdürdü yeryüzü koşusunu
Ama bir gün bayraklarını indirdi kalbi

Biz denizle bütünleşmedik miydi İhsan?
Biz hep beraber ‘Bu gelen kayık mıdır?’
Türküsünü söylemedik miydi bir kıyıda
O kıyıya yine gittim o güneşi buldum
Çakıl taşlı koyun sessizliği
Balıkçı sandallarının sessizliği
Derinden derine ürpertti gövdemi

Sakin denize baka baka
Gök kıyısına dayandım elim boşlukta kaldı









LİBRETTO


“Ey ikinci bir deri gibi taşıdığım Türkçe
Seni övüyorum yani mağrur çalımını

Defter kıvrılmış dizeler düşüyor
Işımaya başlıyor denizle ilgili sözcükler
Gemiler şilepler o yangılı her yer”

İşte çocukluğumun gölgeli duruşu, yüzüm
Ne kadar berrak tozlardan uzakta.
Denize Övgü’yü okuyorum, sağ
Yanımda hüzün ve hasret denizi,
Tuz ve yosun, birkaç kırık yontu
Sol yanımda Kevser sigarasını yakıyor
Sigarasını yakıyor denize karşı






“Geldiler. Kışlık ve yazlıklarını yanlarında
getirdiler. Geldiler uzak dağ köylerinden – sürgün
göç edildiler. Kentin varoşlarına yerleştiler.
Geldiler ve AAA deniz dediler. Ayaklarını denize,
ellerini kentin semt pazarlarına, tezgahlara, tütüne,
el arabalarına yerleştirdiler. Portakal ve limon
bahçelerine gidenler de vardı sabahın ayazında.
Kamyonlar dolusu sevinçleri çalınmış insandılar.
Kahveye ve deniz kıyısına gidenler de vardı
aralarında.
Ölülerini yakılmış köylerine gömmüşlerdi.
Köpeklerin ve jandarmaların bakışları arasında.


Biri bağırıyor o en dipteki
Biri bağırana bakıyor elinde oltası
Kim onlar diyor Kevser, sesi tasalı.
Onlar olmasa varlığımıza bir anlam
Veremiyorum uzun uzun bakıp
Gölgelerin figürlerine. Aslında
Önündeyim basamakları anlamlandırmanın
Tutkunun olgunun oldurmanın.
Aralıksız sürüyor bendeki ondaki
Ötekindeki yenilenme, olmasa da
Deniz kenarında insanın dirliği,
Şifası otun ağacın Kevser, sözüm
Kuş çığlığı olur belki, denizin soluğu,
Çocukların parmakla gösterdiği.
Evet, önündeyim benden önceki
Seslerin, hep bir adım önünde.

“Geldiler, ellerinde dua kitapları yoktu. Kedileri ve
köpekleri de yoktu. Önce kentin dışında kurulan çadırlara
yerleştirildiler. Bakışlarına yorgun ve ölgün köpek
bakışları yerleşmişti. Şaşkın ve ürkektiler. Solgun
giysilerindeki tozları silktiler. Cemseler, cipler, ey artık
dünün yıkımları, dediler.”

Denizi okumayı öğreniyorum Kevser,
Denizden ayrılığı okumayı. Gün ışığının
Gümüşü elimde. Bir topaç gibi dönüyor
Çocukluğumun daracık sokaklarında güneş.
Nerede kanatlarını açarak koşan
Çocuklar. Nerede dolunay ve yazlık
Sinemalar. Uzak mı uzak artık
Beni yaralayan çamları kesilmiş yol
Ruhum dinginlik arıyor Kevser
Parke taşlarda denizin kıyısında

Çocukluğumun geri gelmez göğü
Hayır, seni özlemiyorum, burada olmak
Yetiyor, sahi burada mıyız Kevser
Kıyısında dünyanın, belki tuz yosun yontu
Diyerek ölecek ve gömüleceğiz törensiz




“Geldiler. Kentin eşiğindeydiler. Nedensiz değildi
hüzünleri. Düşmanlık değildi düşündükleri. Çocukları ve
kadınlarıyla geldiler. Uykuları kalın, hüzünleri derindi.
Kaya çiçekleri gibiydiler. Ama artık gülümsemeyi bile
gizlediler gamzelerine. Ey artık mutsuzluk ve gece
baskınları , dediler. Ey artık çocuk sandaletlerine
bulaşan kan, dediler.”


Nedir ki Kevser çiçeklenen solana
Bir yaz daha geçiyor binbir hışırtıyla
Saatler anlar dakikalar. Ey denizin
Köklerini soran ağaçlar, ey kış hazırlıkları,
Ey denizin mucizelerini gören miçolar,
Ey göğün örtüsünü çırpan kadınlar. Nedir ki
Bilginin durmadan akışı, evrenin
Bilinmezliği yanında. Yüzümüzü
Aydınlatan samanyolu, yıldızlar nasıl da
Çatalıyla oynuyor soframızın. Bilen
Var mı fidanların öğle uykusunu,
Çiçeklerin ruhunu.

“Kalabalık geldiler. Kentin yerleşik sakinleri kardeş
ışığı görmediler. Ey artık barbarlar, sizin kentte işiniz
ne, dediler. Marketlere, tiyatrolara, galerileri koştular.
Rüzgâr dindi, Civan Haco’nun sesi duyuldu. Yalın
sözlerden, yalın adımlardan, yalın gölgelerden, kuş
seslerinden şarkılar yaptılar. Kuru üzüm, iğde, sarı
leblebi getirdiler. Uzaktan davullar duyuldu, uğultulu
gece ay vardı, tanıktı şölenimize.”

Aralıksız sürüyor taşın devinimi
Suyun bildirisi. Ağaçlar ah ağaçlar
Öyle sanıyorlar ki sürekli olarak
Doğadan söz açıyorum. Yanılıyorlar.
Yamaçlarda dolaşan ruhumu arıyorum ben
Oracıkta duruyor bir bakışın sonunda
Çağın ruhunu taşıyor derisinin içinde
Ağacın soluğunu suyun uykusunu

Bulmak için nerede başlıyor, nerede
Bitiyor insanın trajedisi. Onu arıyorum.
Sonra sayfaları kıvrık deftere sözcükleri
Yontarak yazıyorum yan yana.


“Kerpiç duvara yaslandım. Gece daha yıkılmamıştı.
Geldiler. Sigaramı yaktılar. Kent varsa kimin için
var, dediler. Kişniş ve pestil getirdiler. Denize ve
parklara gidenler oldu. Bir keman sesi duyuldu.”







Ölümden ne bekliyoruz, hayattan
Ne bekledik ki kıyıda ya da kentin ortasında.
İş makineleri çalışıyor az ötede
Ben denize çalışıyorum koskoca ağacın altında
Birden hatırlıyorum denizin sonsuz yapıtları
Akıp gidiyor sözcüklerin arasından
Bilinçaltı özlemlerim bölünüyor
O büyük yapıta, trajedisine insanın
Çığlığım bölünüyor şık bayanların
Gürültülü konuşmaları arasında

Umut kesik kırbalar boş hayat üzücü


“Kim neden rahatsız, kim nasıl çamaşırlar ipte
Kim nasıl niçin sardunyaları sulamak.
Bunlar bizim çocuklarımız değil mi, kim
nasıl neden işkence eder ki. Ah, çok
kötü özgürlüğe geç kalmak.”

İnsan ki kıyıda yaşıyor ölümle dirim arasında
Deniz ah nerede, nerede batık tekne
İçimizde değilse hiçbir yerde arama
İçimizde olmanın yüksek mi yüksek ağaçları
Denizin ve ormanın alımlı yapıtları
Bütün gün soluyarak adımı çağırıyor
Ölüm, sanmayın ki unutuştur
Çünkü nasıl unutulur elmanın rengi
Sesini duyduğumuz yalıçapkını
Belki taşın da taşan sesidir
İçimizden geçen

“Geldiler. Işıklı vitrinleri, eczaneleri, otelleri,
lokantaları, reklam afişlerini gördüler. Ruhlarının
sessizliğine şaşıp kaldılar. Ey gülünç olan her
şey, dediler. Ey dünyanın çat kapı gelen ölçüsüz
tecimenleri, dediler. Yıkanacak su bile bulamıyoruz.
Kentin yamacındaki mahallenin kunduracısı
kapatırken dükkânını, dediler perde daha
kapanmadı, oyuncular yılgın yorgun olsa da.”


Bunda bir tuhaflık yok
Gülün kesiği adımı çağırıyor
Öylesine bir oyun değil bu
Maviliklerden fışkıran varoluşun çağrısı
Çığlığıma bir karşılık oluyor
Yaz mı ilkbahar mı çayırların sesi
Varlık buluyor biçimini alarak rüzgârın
Sütunlar yontular kentin kenar mahalleleri
İç çekiyor siz fark etmeseniz de
Ölüm nedir ki kıyıdakilere Kevser
Odur oysa görmediğiniz pars
Nedensiz çağırıyor çocukları bile
Çağırıyor çok sonraki başlangıç için.






“Geldiler. Alıp götürdüler. Sendikadan yeni gelmişti.
Çok korkuyorum, ya bir şey gelirse başına, yaşayamam.
İyi ki geldiniz, gece uzun bir hançer..Kim bilir
nerde, nereye götürdüler. İyi ki geldiniz. Ne yapsak,
nereye başvursak. Çocuklar ki uyudulardı. Çocuklardı
yağmurdu yoruldum insan olmaktan.”


İşte çocuk ölüleri dünyanın kıyısında
Bırakılmışlar toprağa sessizce
Daha parmaklarını sürtmeden elmaya
Gecenin rengini tanımadan daha
Denizin yürek vuruşunu duymadan
Rüzgârın dansını görmeden
Yatıyorlar öylece, ne arık bir söz
Ne fısıltısı yıldızların
Dindiremez acılarını Kevser
Biziz işte ölmelerine sebep


Uzakta. Bir çocuğun ölmediği yerde
Uzakta. Kışa hazırlanılan o yerde
Uzakta. Kevser’le görüştüğüm saatlerde
Kapılar kırılıyor evlere giriliyordur
Ölüme kül olan saçlardan giriliyordur.
Sin taşları, ağır mı ağır gölgeler çağırıyor
Sıcak acıları, çığlıkları, öteki taşları.
Ve ruh öteki ruhla, parçalanmış ağzı
Kırık yontuların ötesinde
Ağlıyor göz göze geldiğinde
Ölümün koyu sessizliğiyle


“Geldiler. Kan yüzyılını görmüşlerdi. Biz istemedik ki
buraya gelmeyi, dediler. Bizim de temiz ve düzenli bir
hayatımız olsun istemez miyiz, dediler. Aramızda bir
orman sessizliği vardı. Ruhlarının sessizliğinin
gölgelerin üzerinde kalacağını biliyorduk. Acı,
kerpiç duvarlar örüyordu denizin kıyısında.”
















Taş da arıyor ruhunu yontuların
Ötesinde bakarak sıradağlara
Yıkılmış köylere. Bağlar ışıyor,
İpince gölgelerden kuşlar havalanıyor.
Mucize beklemiyoruz köylerine dönecek
Köylülerden, ağıllardan, bağ kütüklerinden,
Terli atlardan. Savaşın sonunda
Umut kesik kırbalar boş hayat üzücü.
Kim özlemez öteki denizi
Kim ağaç köklerine sarılmaz
Kim dönmemek için o geçmişe
Göğü bir monokl gibi taşır cebinde
Kim denizi okur, kim arar küllerin
İçinde ruhunu. Köpekler bile gösterirken
Yüreğini, kim deniz kabuğuna girmek ister
Kim denizin öteki denize akmasını ister
Kim yüreğini görmek için
Başka yüreğe bakar


“Geldiler, geçmiş gün, hatırlıyorum, bir kök
gibi yerleştiler kente. Acıyı kovalamak için
geldiler. Kunduralarını bağladılar ay ışığının.
Seslerini duyurdular balıkçılara, kuşlara. En
genci bendim. Tozlu kitapların arasında kaldım
düşünceli. Patikaları özledim.”

Siz ey bırakılmışlar apansız coşan
Irmak gibisiniz. Siz ey darda kalanlar
Olgunlaştınız acıları ölçmekten. Acı
Çektirenlerse ufalanıyor günden güne.
Ne yapıyorlar..Sinemalara koşuyorlar,
Denizi eskitiyorlar balıkçılar arasında.
Hatırlıyorum portakal bahçelerini
Kestilerdi bir zaman. İçimizde
Olmanın yüksek mi yüksek ağaçları
Ağladılardı bakıp bakıp kendilerine.

İşte biz buyuz. Çığlığım boğuluyor
Şık bayanların gürültülü konuşmaları arasında

“Denizi ölçmek için geldiler. İskeleler kurmak için
yapılara. Bir çocuk parmağıyla gösterdi yükselen
şarkıyı. Geldiler. İyi ki geldiler bukağılarımızdan
kurtulduk. Yeni şarkılar söyledik güçlü ve çalak.”











Sahi ben seni bombalar yağarken
Gölgeler yalnızken köpekler havlarken
Parlak bir kuş denize uçarken
Gördüm mü hiç Kevser bir gün,
Akşama doğru, hüzün müydü
Yorgun argın yüzlerde dolaşan.
Hüzün doluyor kırbamıza Kevser
Nasıl dolarsa sevgiyle konuşan sesin.
Sesin hüzünden titriyor
Göz göze gelince birdenbire
Susuyoruz. Ezilen otların hüznü,
İnsan olmanın hüznü çiçekler yerleştiriyor
Nereye diye sorma elbet denize
Deniz yoruluyor deniz olmaktan
Ben insan olmaktan yoruluyorum
Pablo nasıl yorulduysa insan olmaktan
Öylece acılar soluyor
Acıtıyor artık varlığım bile
Kibar bayanları hasır koltuklarında oturan
Kibirli bayları durmadan kağıt imzalayan
Tuhaftır belki, tuhaf mıdır sormak
Akçaburgazlı Yekta olsa ne derdi
Sevmeme gücüne eklenen dirence
Gelip gelip giden deniz ne derdi
Kabul kan yalnızlığı bunaltıyor
Derimin altında ölüm bunaltıyor
Ortadoğu Akdeniz bunaltıyor


“Biliyoruz. Ne gazeteler yazdı geldiklerini, ne
televizyonlar gösterdiler. Dokundular alçacık
duvarlara. Yanmıştı, yıkılmıştı, bozulmuştu; ağılları,
koyunları, bağ ve bahçeleri - çatılarında güvercin
beslenen evleri. Bunlar geride kaldı, diyecekler.
Dediler de. Dışarıda deniz, denizde
motorlar balığa çalışıyordu.”

Yokum ben hiçbir savaşta
Neredeyse bengilik oradayım.
Belki erken olmanın güzelliğidir ışıyan.
Belki biri yüreğimizi ağzımıza getirip diyecek:
“Nereye evlat bu sonsuzlukta”
Kalbin kalbe değdiği yeri gösterecek,
Isısını evrenin, belli belirsiz gülümseyişini.
Öyle görülüyor ki, varlığın
Elmaya dokunuşu, suyun taşı ovuşu
Mutluluktur. Yoksa da arık
Bir toprağımız ne gam Kevser,
Göğümüz yetiyor, onu getiriyorum,
Onu yani güneşi kara güller, çiçekler içinde
O apaçık yeryüzünü, o suyu bizi aşan,
Yatıştırıcı imgeler halinde
Dökülüyor parmaklarımdan



“Bir şey vardı, ölüm değil, belki katılaşmış
acı yüzlerinde. Kolayca anlaşılmaz bir şey.
Kim bilir nasıl bir boşluk, ölçüsüz. Ağırlığı
geçiyordu öteki bedenlere. Kız çocukların
hüzünlü ve iri gözlerinden okunuyordu.
Çiçeklenmeyi ve solmayı aynı anda yaşamış
gibiydiler.”

Bir çay bahçesinde uzun uzun
Konuştuğumuzu hatırlıyorum. Celâl
“Vahşet yazılamaz” demişti. Uzun
Bir cumartesiydi denize bakıp bakıp
Dalıp gidiyordum yılgın ve ürkek
Şimdi anlıyorum
O sevgiyi söylüyordu.

“Geldiler. Kilimleri tozlu, testileri kırılmıştı. Belli ki
ruhları parçalanmış, gövdeleri bozguna uğramıştı.
Yıkık, ürkek ve telaşlıydılar. Ekmeği böler gibi
acıları bölmüşlerdi. Nereye bakacaklarını,
ellerini nereye koyacaklarını bilmiyorlardı.”


İnsan, o en yalnız, o davranıp doğrulan
Doluluktur o, uzun uzun bölüyor zamanı.
İnsan vahşeti yaşarken bile, biliyor
Çiçeklenmeyi ötekiyle yan yana
Burada, bu çay bahçesinde
Duyuyorum uğultusunu
Öyle durduğunca durmayan denizin
Çokları fark etmese de içimizden geçen
Ufuk çizgisini, geceleri, gündüzleri. Biz
Yeniden kuruyoruz göğün direklerini
Biz buyuz işte, bir ufak ışık görsek,
Sevgimiz ölçüsüz hüznümüz ağırdır


“Geldiler. Kente yabancıydılar başlangıçta.
Biraz daha, az kaldı, sonunda kavuşabilecek miyiz
huzurlu bir güne, dediler. Sevebilecek miyiz acaba
mandırayı, yüksek bacaları, denizi. Az basamak kaldı
tepeye, birazdan görürüz karabiber ağacını, dediler.”

İşte denizin sonsuz yapıtları, işte sandalları
Boyayan çocuklar, kuşlar denizin üstünde,
Konuyoruz birlikte ağaçlara, taşlara,
Telefon kulübelerine. Pars gölgeleri
Dolaşıyor çay bahçesinde, görüyoruz.
Siz yoktunuz şık bayanlar, var mıydınız yoksa,
Seyirlikti siz varoldukça dünya.







“Geçip gidiyoruz acılarının üstünden. Onlar, yani
ötekiler, tek tek indiler denizin merdivenlerini.
Yüceldi alınları ölüleri arasında yürümekten.
Denize kavuştular sonunda, yitik tuza, yoksul
ekmeğe. Başlangıçta acıları vardı,
çözüldü sonraları, yeryüzüne dağıldılar.”

Çocukluk saatlerini bir kenara koyuyorum.
Ey sizler, yağmuru sevenler, yeniden
Çocuk olsaydım her gülümseyişin sonunda
Başka türlü olur muydu dünya


“Geldiler. Kente yerleştiler. Pencerelerini kapattılar.
EY artık dükkân sahipleri, bankalar ve yeni sermaye
dediler. Ey artık süpürgeler, çamaşır makineleri.
Ey artık kıyıcılık, dediler. Duralım.”

Sana akik bir kolye almalıyım Kevser




KANTO I


Ne yazsam yağmurun sesi kalıyor kâğıtta
Sonra duyuyorum bu sesi tarlalar üstünde
Asfalt yolda dizlerinde akşamın. Ve denize
Yakın yaz bahçelerinde. Dayanılır gibi değil
İçimdeki kedere yağıyor yağıyor.
Yağmur daha ne kadar yağacak bu şehre?

Ne yazsam kavakların sesi kalıyor kâğıtta
Kavakların hışırtısı, yolun ince tozu.
Bırakmıyor peşimi şehrin gürültüsü
Öğle sonu gölgeleri nicedir yazmış gibi
Ardımdan geliyor. Dalgın dönüyorum eve
Yıllar yılı yüzümü kocaltan kaldırımlardan

Ne yapsam peşimi bırakmıyor şehir
Doğduğum sokak, kavaklar ve ırmak,
Şarkılar söyleyerek geçtiğim mahalle,
Çarşılar. Aktarların baş döndürücü kokuları,
Yağmurlar. Yağmurda gözlerinin karası
Bırakmıyor yakamı. Saçıma düşen kır
Bir masaldır geçmiş zamandan









KEVSER ÇOK AFFEDERSİN


El ayak çekilince Kevser haber ver
Damı aktardım su oluklarını açtım
Bölündüm yırtıldım tükendim
Hiçbir şey senden sonra güzel değil
Ne su damlacıklarını kovalayan su kuşu
Ne ayaklarını sarkıttığın deniz

Kevser beni affet çok çok affedersin
Öyle birdenbire parlamazdım
Öfkemi toplayıp bölen biriydim
Nasıl olduysa oldu çok affedersin

Kevser dur geliyorum elimde kara güller
Ağzımda Ezra Pound çiçeği
Topladım kuşların yıkanmış sesini
Bölündüm yırtıldım tükendim
Kötü alışkanlıklarımı terk ettim

Kevser beni topla beni adam et
Birdenbire bir yağmur bozguna uğratabilir
Damı ve su oluklarını birdenbire
Evleri yadırgarım evlere giremem
Kevser çabuk ol sakallarım uzamadan
Geceyi gündüzü uzun uzun bölelim



NESNELERİN TİNİ


Nesnelerin sesini duyarsın odanda,
ördeklerin, su kuşlarının. Doğrulunca sedirden
örümceğin sesi katılır varoluşuna.

Sonra anlarsın nesnelerin de tini olduğunu.
Taşın tini yer değiştirir suya fırlatınca.
Ağaç, deniz gören bir tepeye tırmanır. Işık,
kırık bir çömleğin hüznünü yatıştırır.
Rüzgâr, kibriti söndürür. “Boş ver, yakma
sigarayı” der ya da hızla geçer
yazlıkçıların kapısının önünden.

Rüzgâr, görünür yağmurdan önce,
pencereyi açarsın, alnındadır eli.



SAATLER


Isınan toprak, göğün ormanı, ormanın
kuşları, yıldızlar ve ay, gümüş pullu
balıklar, hepsi ama hepsi yan sokakta
oturan, kırık kaldırım taşlarını geçip
denize yürüyen gövdenle barışık.
Biliyorsun, gölgeler varoluşun ya da
kayboluşun tersi ve yüzü.

Uzaktan
ardıçkuşu ruhunu dinliyor. Acı, ruhunda
dinleniyor. Bıçkılanmış dalın ya da
insanın düşüşü ya da kurtuluşun
tükenişi örene çeviriyor denizi.

Oturduğun yerden doğruluyorsun. Senden
önde yürüyor ruhun toprağa taşlara.

Haziran 2004






























KANTO III


Kayanın sümbülünü leylağını, çılgın aylarını
Mevsimlerin bırakıp gitti. Yeni oldu öleli.
Savsak bir yel esti. Kıyıdaki kulübenin
Oltası yağmurluğu şapkası kedisi
Yalnız kaldılar o günden beri.
Demek severdi denizi
Demek kayanın sümbülünü

Daha dün konuşmadık mıydı
Kışın güneyin serin rüzgârını
Kedilerle köpeklerle koşmadık mıydı
Dağlara doğru. Dağlara doğru frenkinciri,
Pars.
Annem öldü, yelin türküsü kapıdaydı hâlâ
Annem öldü, demirkırı at kapıdaydı hâlâ

Kıyıda durdum bir çiçeğe su verdim
Küçük kulübenin bahçesinde sabah serinliğinde
Bu bahçede kaç kere gezindiğini düşündüm
Çiçeklere su verişimi gözetlediğini düşündüm
Sayısız yaprak arasından.
Kapıda terlikleri. Tahta masada kuru üzüm taneleri.
Kapının eşiğinde tekir kedi.
Ölüm gök gürültüsü buz mavisi
Yokuş yukarı çıkınca köşede pars
Tepede saçını başını yolan ağaçlar:
“Ne yapsam neye baksam uçurum”
“Ölüm hiç işte, demek atları severdi”
“Ölüm hiç işte, demek kedileri severdi”
“Dağlara yamaçlara çıkayım uzun uzun”
“Kendimden çıkayım kapılmadan burgaca”

Burada mı yatarken çıkardığı
Verin bir köşeye gömelim takma dişlerini
--Kimdi o bakan yaprakların arasından?




















KANTO VIII


Şimdi yaprak yaprak yırtılan rüzgâr
Ölümün yurdudur. Tutunacak bir dağ
Arar. Yaslı yaz unutulur. Ağustosun
Üçü unutulur. Günün eli yaşayanların
Alnındadır. Yalnızlık Hititli güneşi giyinir

Sabahın serin kanatlı kuşları çığlık
Çığlığa uçar göksel kırlardan
Uçar acılarım. “Kaç gün oldu annem öleli?”
Dünyalı Nazire, ölü boşluk, kırılan yıldız,
O bitmeyen ölü sessizlik. Kıyısızlıktır
Belki ölüm, yan yana yürüdüğüm

Peki
Yanımda yürüyen parsa ne oldu?
Eşikte buzda karda mı kaldı?
“Ahmet su ver ölüyorum!”
Ölüm gidilmeyen deniz anne
Ölüm dönülmeyen ülke anne
Hatırlarsın benim yıllar yılı
Elerim ateşte ve buzdadır
Sesim yankılanır boşlukta anne

Oturup konuşuruz anne bilgelerden
Dünyanın yeni aldığı halden. Nasılsa
Vardığım kıyı umutsuz insan. Demek parsı
Kör kuyuda bıraktılar. Demek uzakta
Kavruk kelimelerin altında ölüm

“Yanımda kal! Dünya suda tenha
Kamış. Hatırladıkça iç çeker
Savatlı ay, biber çiçeği, esrik evren
Ve parmak uçlarımdan başlayan
Asmaların esmer sesi Ahmet.”

Yıldızsız geceyi gördüm anne. Su
Çılgınlığı olan hayatı. Gök gürültüsünü
Duydum. Gördüm de yazıyorum boşlukta
Asılı kalan kuşları, çiçekleri. Oturup
Konuşuruz bunları yani çocukluğu
Yani yaşlılığı, yıkım taşlarını, nedense
Bize sıkça uğrayan parsı anne





KANTO X

Kış buğusunun camları terlettiği vakitte
Balıkçıların balıktan eve döndüğü vakitte
Dip dalgaların denizi dövdüğü vakitte
Aradım bulamadım Kevser’i sularda

Sekreter kızların evlerine döndüğü vakitte
Maden işçilerinin maden ocağına indiği vakitte
Trafik ışıklarının söndüğü, suların akmadığı vakitte
Aradım bulamadım çiçek öpüşlü sevgiliyi

Burası Mersin, kimse çeviremez güneşimizi
Kimse alıkoyamaz gülgillerden kendimizi
Bunları diyorum, arka sokaklarda pars dolaşıyor
Önce arka sokakları dolaşıyor sonra

Sonra bahçemize giriyor Kevser - neredesin?
Türkçe sapak, dilim tutuk, sözcükler yırtık
Bekliyorum minibüsler getirmiyor sesini
Tıka basa dolu çarşılardan, ölü sulardan

Akşam şala sarılı inerken bulvarlara
Yarı tenha sokaklarda aradım Kevser’i
Bulamadım, ne yaparım ben şimdi?
Ne yaparım sapı kalınca elimde leylağın?

KANTO XVII

Güneşin tersi ayın yüzü için deniz
Terli dağların ardıç kuşları için deniz
Sevişenlerin omurga kemiği için deniz
Ormanın dili vâdilerin derinliği için deniz
Günebakanların ruhu için deniz
Parıltılı arı doru atlar için deniz
Büyük dönüşümlerin suçsuzluğu için deniz
Kevser’in ılık bir yuva olan yüzü için deniz
Kusursuz yalanları için deniz
Köpekler plaklar aynalar için deniz
Zambaklar sümbüller karanfiller için deniz
Marullar marullar için deniz
Alkolün silahı reçinenin kokusu için deniz
Yorgun suların ısısı için deniz
Kudüs Beyrut Mersin kadavra otobüsler için deniz
Narlıkuyu Taşucu Silifke eğri büğrü çilekler için deniz
Köşeli ruhlarınız için deniz
Bu yıl Paris kurşuna sürülü namlu
El ilanları bildiriler için deniz
Bu sabah balık pazarına uğradım
Uskumru kefal palamut hamsi için deniz
Pasajların serinliği güvercin avluları için deniz
Bu şiirde her dize kendi başına uçar
Uçmasını bilen fıskiyeler için deniz
Rüzgâr değişmelerin olgunluğunu getirir
Yuvarlak kuğular kübik bakışlar için deniz





KANTO XVIII


Vakit öğle derinliğinde güneşin
Güneşin arkası ve günün ortası için deniz
İncir ağacının kuşlardan şikâyetçi olduğu söylenir
İncir ağacının meyvesi için deniz

Eşyanın düşey konumu yalnızlık ortamında
Eşyanın çiçek açan yalnızlığı için deniz
Öyledir Kevser’in bir günü mutfakta
Çatallar bıçaklar ve güneş görmeyen odalar için deniz

Küçük sokaklar ve bahçe duvarları üstünde
Öyledir kılıçtan mavi iner yağmur
Birdenbire gökyüzünün tufandır rengi
Tufan rengine çalan gökyüzü için deniz

Küçük sokaklar bahçe duvarları öteki uçta
Çiftlikköyü, Mersin Üniversitesi öteki uçta
İri yapraklı ağaçların arasında
Kök bitkilerin soluğudur deniz
Kök bitkiler ve limon ağaçları için deniz

Yağmurun yüzü çillidir dediler bize
Denizin bakır gözlü olduğu söylenir
Ben Mersin’in bakır gözlü olduğunu düşünürdüm
Yağmurun çilli yüzü ve kirpikleri için deniz
Balkonları dört mevsim çiçekli evler için deniz





























KANTO XXI


Örtelim
En kalın hüzünlerle örtelim
Denizin dipten gelen yabanıl sesini
Örtelim Kevser en ağrılı yerimizin
Kısa acılardan kalın hüzünlere akan sesini
Kayalara çarpa çarpa büyüyen sesini
Kabuğun boğuk sesini, kalbin düşey sesini
Bahçenin ışık sızdıran sarnıcını
Acısını arının uzun uzun örtelim
Kokusunu elmanın yaprağın otun
Derinliğini şimşeğin, sessizliğini örümceğin
Örtelim

Örtelim
Gün kavuşurken ölü gözlerini denizin
Yaklaşın, örtelim taştan taşa seken gölgeyle
Yaz dönmeden dikenli bahçeye
Issız soluğu duyulmadan parsın
Acıyı örtelim vaktinden önce
Varlığın verdiği kalın acıyı

Kuşun salvosu yolun sapası yaprağın sesi
Gam göçüren yağmurun ötesinde
Hüzündür varlığın Kevser
Örtelim, zar kabına girelim olmazsa,
Topluiğne başı olalım, nesnelerin uzantısı,
Vakit geldi, büyük olsun yalnızlığımız
Isısız
Parıltısız
Örtelim





















KANTO XXXII


Gecenin küçük kırıntıları vurmuş yüzüne
Bir su berraklığı, yalınlık belki Kevser
Kavakları geçince bekle beni
Şöyle bir durup bakayım yüzündeki
Gece gündüz derin değişmeler denizine

Kevser bu savaşlar ne çok insanın yıkımı
Yılgıyı mutsuzluğu çoğaltıyor yüzünde
Kevser dur bekle ben yoruldum yıkıldım
Gözleri pars gözleri insanlar gördüm
Ürperip uzaklaştım boğuldum kaldım

Bağırasım geliyor sesim yırtıcı kuş sesi
Kimse yaşamın anlamından söz etmiyor
Kevser dur bekle, insanlık parıltısını yitirmiş
Dur bekle yeniden tutunalım insana

Kevser bu gök katları çiçeklere karışmış
Deniz denizce kokuyor, kavaklar ürperiyor,
Kevser bir gülümse, gülümseyişin ferahlatacak içimi
Üstüne üstüne gideceğim solan yıldızın

Kevser bölük pörçük acıları kaldır at
Geceyi arıt, buluttan buluta su taşı
Şöyle bir durup bakalım dünyaya
Başkasının acısı nasılsa yara sende



























KANTO XXXVII


Ezra Pound Eliot Paz Rene Char
Hâlâ başucumdasınız, oturmuşuz
Yirminci yüzyılın eşiğine
Ay gümüşten ışığını yakıyor hâlâ
Geniş kalçasıyla güneş yürüdüğümüz denizde
Isısını veriyor görülmeyen biçimde

Dünya hâlâ tahıl yüklü bir gemi,
Kan denizine açılıyor sömürge valileri.
Av köpeklerinden ürperiyor,
Akşam alacasında dağ gölleri.

Ezra Pound Eliot Paz Rene Char
Hâlâ suyu yönetiyor yeryüzü tüccarı
Dipte, taa derinde uğultusu dalgaların
Bunalıyor derya içinde
Yeşil yeşilliğini yitiriyor, kuş kanadını,
Açgözlü zorbanın yalpası başımızda.
Zamanın gürültüsü bastırıyor
Tutkulu ağzı.

Ezra Pound Eliot Paz Rene Char
Buradasınız değil mi yanı başımda hâlâ?
Gümüşten ağzımla denizi kazıdım,
Parçaladım su yüzeyini, yıldız sözcükleri,
Bekliyorum hâlâ gelecek yolcuyu,
Tutuşturacak olan orman ateşini.


































KANTO XLIII
( Ey Beyrut )


Ben de yıkıntılarından oldum ey Beyrut
Ben de yıkıntılarından doğdum ey Beyrut
Duvarlarının altında kanlı gömleklerine anıt
Sokaklarının cinnetine geçit oldum Beyrut

Ben de Pars kapısında oldum Beyrut
Ben de denizin yapıtlarından doğdum Beyrut
Kapılar kapandığında yüzüne Beyrut
Çılgın şafağına kardeş oldum Beyrut

Ben de Feyruz’un sesi oldum Beyrut
Düşünü kurdum yıkıntılardan doğacak kuşun
Düşünü kurdum denize açılan kapıların
Düşünü kurdum yıldızlı gecelerin
Düşünü kurdum caddeler boyunca barışın

Ben de Feyruz’un sesi oldum Beyrut
Terk etmedim seni bulvarların asfalt kokusu
Terk etmedim seni duvarlardan fışkıran ot
Terk etmedim seni ağaçları yakılmış Beyrut

Ağustos 2006





















KANTO XLV


Kudüs’te yağmura açarlar çocuklar pencerelerini
Yağmur kız kardeşidir evlerinin
Çocuklar kuşlar kadınlar ey!
Yağmura çıkarlar caddeler boyu

Kudüs’te leylaklar açar fısıltılarla
Kadınlar fısıltıyla konuşur çarşılarda
Yağmurlar olur kısa sesi kadınların
Sonra iyi kocaları gök sıkıntı

Kudüs’te yağmura açarlar kadınlar pencerelerini
Yağmur taş duvarların ipek serinliği
Yağmur gülümseyişi yaz göklerinin
Kudüs halkı yağmurun uzun gözü

Kudüs’te çatılarda güvercinler olur
Yağmur yüzlü çocuklardır onlar
Terk edilmiş semtlere doğru uçarlar
Sonra uzun uzun göğün komşuluğu


































KANTO XLIX


Neyi ölçüyorum?
Bir derinlik değil miyim denize ben?
Bir ağaç değil miyim düz ovada?
Bir kuyu değil miyim susamışa ben?
Bir göl değil miyim balıkçıya ben?
Bir orman değil miyim avcıya ben?
Bir halk değil miyim mermerleri yontan?
Bir kırlangıç değil miyim göğü ölçen?
Bir ışık değil miyim karanlıkta kalmışa?
Bir gölge değil miyim yanmışa ben?
Bir kuş değil miyim denize kavuşan?
Bir anahtar değil miyim çözümsüzlüğe ben?
Bir şair değil miyim Cenk’siz kalmış şiire ben?
Bir terazi değil miyim gül alıp satana ben?
Bir yağmur değil miyim bitkilere ben?
Bir türkü değil miyim Yenice Yolları’na düşen?
Bir sevgili değil miyim gözleri deniz hareli?
Bir çocuk değil miyim Filistin’de öldürülen?
Bir Pars değil miyim kendi kendime ben?
Bir taş değil miyim Sinan’ın Deniz’in elinde?
Bir çatal yürek değil miyim tenha dünyada?
Neyi ölçüyorum?
Ben değil miyim tepeleri aşan Kevser?
Ben değil miyim bu derinlik bu aşk?
Ben değil miyim bu pek rüzgâr?






















































































































































































































































































































































































İzleyiciler